DiscoverGerçek gazetesi
Gerçek gazetesi
Claim Ownership

Gerçek gazetesi

Author: Gerçek

Subscribed: 7Played: 11
Share

Description

Sermayenin yalanlarına karşı işçi sınıfının gerçekleri
257 Episodes
Reverse
İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın kökeninde 1886’da ABD’de siyah ve beyaz işçilerin 8 saatlik iş günü için birleşerek greve gitmesi ve sonrasında grev kırıcılar ve Amerikan polisi tarafından işçilerin katledilmesi vardır. Bu mücadelenin anısına 1889’da işçi sınıfının uluslararası örgütü olan Enternasyonal’in kararıyla 1 Mayıs, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak ilan edilmiştir. Türkiye’de de 1 Mayıs, nice mücadelelerle ve bedellerle kazanılmıştır. Bu bedellerden en büyüğü 1977 1 Mayıs’ında ödenmiştir. İşçi sınıfının kanlısı NATO’nun kurup beslediği kontrgerilla tarafından gerçekleştirilen bu katliamın hesabı elbet sorulacaktır. Bugün hâlen Taksim’i 1 Mayıs’ta işçi sınıfına yasaklayanlar bu büyük katliamın, bizlerse işçi sınıfının büyük mücadelesinin mirasçılarıyız! 1 Mayıs işçi sınıfının bayramıdır. Bu bayramı hakkıyla kutlamalıyız. Yoksulluk ve sefalet, baskı ve zulüm altında yaşayan işçiler, emekçiler, ezilenler meydanları doldurmalı, birlikten ve dayanışmadan aldığı güçle geleceğe umutla bakmalı, meydanlardan mücadeleyi büyütmek için güven, coşku ve enerji almalıdır. İşimize, aşımıza göz diken patronlara ve dünyayı kana bulayan emperyalistlere karşı güçlü bir duruş sergilemeliyiz! İsrail’le kanlı ticareti durdur! İncirlik ve Kürecik’i kapat! NATO’dan çık, NATO’yu yık! Depremlerde, iş cinayetlerinde canımızı alan, geleceğimizi karartan sömürü düzeninden hesap sormaya! Faşizme karşı omuz omuza! Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği! Kendi kavgana sahip çık! Sınıfını bil safları sıklaştır! Sınıf düşmanımız, mesele haklarımızı gasbetmek, krizin faturasını işçilere ödetmek olduğunda hemen birlik oluyor. Bugün de seçimlerde aralarındaki rant kavgasını halledip, emeğin haklarına saldırmak için el ele verdiler. Hepsi emperyalist sermayenin siparişiyle, Tayyip Erdoğan’ın yönetiminde ve Mehmet Şimşek’in eliyle uygulanacak olan saldırı programının arkasında duruyor. Bu programda kıdem tazminatının gaspı, sosyal güvenlik sisteminin budanması, esnek çalışma adı altında dizginsiz sömürü koşullarının dayatılması, krizin faturasının vergilerle, zamlarla ve en önemlisi de işten çıkartmalarla işçi sınıfına ödetilmesi var. Tekelci sermayenin ve bankaların kârları için yoksul köylünün, küçük esnafın ezilmesi var. Devlet bütçesinin yerli ve yabancı tefecilere, faiz ödemelerine harcanması, eğitimden, sağlıktan, kamu hizmetlerinden kısıntı yapılması var. İşte bu sınıf saldırısına karşı örgütlü gücümüzü göstermemiz ve tüm işçileri, emekçileri örgütlü mücadele seferberliğine çağırmamız gereken yerdir 1 Mayıs meydanları! Devrimci İşçi Partisi işçileri örgütlenmeye, sendikalara sahip çıkmaya, denetlemeye, 1 Mayıs’ta sendika kortejlerini sınıf mücadelesi sloganlarıyla coşturmaya, sınıfın partisinin saflarında sınıf siyasetini yükseltmeye çağırıyor! Devrimci İşçi Partisi emekçi kadınları erkek egemenliğine ve kapitalizme karşı örgütlü mücadelede en öne, tacize, şiddete, kadın cinayetlerine karşı örgütlenmeye ve öz savunmayı yükseltmeye çağırıyor! Devrimci İşçi Partisi gençleri sömürüyle ve baskıyla çalınan gençliğine sahip çıkmak için örgütlü mücadeleye, hürriyet mücadelesini yükseltmeye çağırıyor! Devrimci İşçi Partisi bütün sömürülen ve ezilenleri kapitalist barbarlığa, emperyalizme ve Siyonizme karşı insanlığın kurtuluşu için devrimci ve sosyalist mücadelenin saflarına çağırıyor! Haydi 1 Mayıs’a! 1 Mayıs meydanını kızıl bayraklarımızla gelincik tarlasına çevirelim!
31 Mart yerel seçimlerinden hezimetle çıkan Erdoğan ilk konuşmasında “milletin sandıkta verdiği mesajları tartarak gerekli adımları mutlaka atacağız” dedi. Sonra da hâlihazırda emekçi halka kemer sıktırmakta olan ekonomik programı uygulamaya devam edeceğini “popülist adımlardan uzak durduk, ekonomi programımızın olumlu sonuçlarını görmeye devam edeceğiz” sözleriyle açık etti. Peşinden kemer sıkma programını yürütmek için emperyalizmin siparişi ile atanan Mehmet Şimşek (İngiliz Mehmet) ve aynı doğrultuda Cumhurbaşkanı Yardımcılığı’na getirilen Cevdet Yılmaz “durmak yok kemer sıkmaya devam” manasına gelen “enflasyonla mücadeleden taviz verilmeyecek” diye açıklamalar yaptı. Patron örgütleri TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD hepsi neredeyse kelimesi kelimesine aynı açıklamaları yaptılar. Hepsinin dilinde aynı terane: “Dört yıllık seçimsiz dönemde ekonomiye odaklanalım!” Oysa Erdoğan’a sandıkta hezimeti yaşatan işçinin, emekçinin özellikle de emeklilerin mesajı başkaydı! İster muhalefet partilerine oy versin ister sandığa gitmeyerek ya da geçersiz oy atarak tepkisini göstermiş olsun emekçi halkın mesajı, “devam” değil “dur” olmuştur! Halk, emekliye vermediğini faize veren, kıdem tazminatı hakkına göz diken, esnek çalışma adı altında dizginsiz sömürüyü dayatan, sosyal sigorta sisteminin tasfiyesine yönelen İngiliz Mehmet’in Orta Vadeli Program’ına “dur” demiştir! “İsrail’le kanlı ticareti durdur” demiştir! Ama Erdoğan bu mesajı değil, patronların mesajını almakta ve o mesajın gereği olan adımları atmakta kararlıdır. Emekçi halk olarak kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız. “Dört yıllık seçimsiz bir dönem” adı altında iktidara sermayenin ve emperyalizmin işlerini yürütmesi için bir konforlu ortam yaratmak yerine tam tersine iktidarın ensesinde boza pişirmeliyiz. Fabrikamızda, işyerimizde, mahallemizde örgütlenmeliyiz. Dün hangi partiye oy vermiş olursa olsun bugün ekmek kavgasında yan yana olduğumuz sınıf kardeşlerimizle omuz omuza vermeliyiz! Ayrı gayrı yok! İşimize, aşımıza, haklarımıza örgütlü mücadeleyle sahip çıkmalıyız! Seçim gecesinin karşılıklı centilmenlik gösterilerine kimse aldanmasın. Düzen siyasetinin kayıkçı kavgası elbet yine kızışacak. Bizi ayırmak ve birbirimize düşürmek için bildikleri yöntemleri kullanacaklar. Irkçılığı, mezhepçiliği, ayrımcılığı devreye sokacaklar. Herkesin birbirini teröristlikle suçladığı yalan rüzgârı senaryoları yine yayına sokulacak. Enflasyonla mücadele adı altında ekmeğimize çöküp haklarımıza saldırdıkları gibi, emekçi halkı bölmek ve birbirine düşman etmek için yaptıkları operasyonlara da “terörle mücadele” adını takacaklar. Yedi düvele karşı savaşıyoruz edebiyatı yapacaklar. Geçsinler bunları! Merkez Bankasını 65 milyar dolar eksiye düşürüp ülkeyi 70 sente muhtaç ettiler. Onlar için parayı veren düdüğü çalar. Bu halde onlar emperyalizme karşı operasyon yapmaz, emperyalizm adına operasyon yapar! Biz bu filmi defalarca gördük! Hep seçimlerden önce yaparlardı, şimdi randevuyu seçim sonrasına verdiler. Çünkü kıdem tazminatı gibi, emeklilik hakkı gibi işçi sınıfının kırmızı çizgilerine saldıracaklar, bıçak kemiğe dayandığı halde kemiği de kıracak bir ekonomik saldırı programı uygulayacaklar ve karşılarında Türküyle Kürdüyle el ele, omuz omuza vermiş, ayrı gayrı demeden iş, aş, hürriyet için birleşmiş emekçi halkın buna izin vermeyeceğini gayet iyi biliyorlar. Kendi göbeğimizi kendimiz keseceksek, kendi hikayemizi de kendimiz yazacağız. Bu hikâyenin ana fikri işçilerin birliği ve halkların kardeşliği olacak! Sorunlarımızın çözümü için bize yıllar sonrasına verilmiş bir genel seçim randevusunu beklemeyeceğiz. Bugün, şimdi, örgütlenerek ve mücadele ederek işimize ve aşımıza sahip çıkacağız. Düzen siyasetinin iller haritasını kırmızıya boyayarak değil, sınıf mücadelesi meydanlarını kızıl gelincik tarlasına çevirerek hürriyeti kazanacağız! İşçi sınıfının uluslararası birlik ve mücadele günü 1 Mayıs’la başlayacağız!
Bahar kendini erkenden hissettirdi bu yıl. Çiçekler çabucak açtı, güneş ışınlarını cömertçe saldı, hava ısındı. Oysa 31 Mart’tan sonra ekonomi politikasında yaşanacak sertleşme, yüksek faiz politikası, bütçenin kısılması, enflasyonun işçinin emekçinin aleyhine önlemlerle kontrol altına alınması girişimi, geniş kitlelere işsizlik, özellikle sağlık, eğitim, belediye hizmetleri gibi alanlarda kaynak yokluğu, işsizler ordusunun sınıf içinde yaratacağı rekabet dolayısıyla ücretleri daha da düşürmesi gibi bugünkünden daha da zorlu koşullar getirecek. Ama kimse “Bahar benim neyime?” demesin. Bundan tam 35 yıl önce, henüz deve tellal iken, Genelkurmay Başkanı Kenen Evren cumhurbaşkanlığını işgal atında tutar iken, “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” kapitalizmin fedaisi Turgut Özal başbakan iken, kısacası 12 Eylül dönemi devam eder iken işçi sınıfı Mart ayında bir ayağa kalktı, ta Mayıs sonuna kadar oturmadı. Hastalık gerekçesiyle toplu olarak viziteye çıkmaktan çıplak ayakla yürüyüş yapmaya, yemek boykotundan geçinemediği için eşinden ayrılma gösterilerine, sakal bırakmaktan İstanbul’un sokaklarını işçinin işgaline almaya ve düpedüz grev hareketlerine kadar sayısız yönteme başvuran toplu sözleşme görüşmelerindeki 600 bin kamu işçisi, onları örnek olarak sokağa çıkanlarla bir milyon işçi daha, Özal hükümetine kök söktürdü. Ne dedik? 12 Eylül askerî diktatörlüğü ilk yıllarına kıyasla biraz daha mesafeli yöntemlerle de olsa devam ediyordu. Bu diktatörlük herhangi bir amaçla kurulmamıştı. Amacı çok açıktı: 1960-1980 arası dönemde işçi sınıfı hareketinde yaşanan büyük yükseliş, toplumun diğer sömürülen ve ezilen sınıf ve gruplarını da kendi peşine takarak burjuva düzeni için büyük bir tehdit oluşturduğu için 12 Eylül askerî rejimi işçi sınıfının ekonomik (sendikalar) ve siyasi (partiler ve diğer örgütler) kurumlarını ezmeye, sınıfı sindirmeye ve haklarını, kazanımlarını ve mevzilerini elinden almaya gelmişti. Böyle bir rejime karşı işçi sınıfı henüz Evren’in başta olduğu bir anda ayağa kalkıyor, hakları için mücadele ediyordu. Üstelik üç aylık mücadeleciliğinin ödülü olarak görülmemiş derecede yüksek bir ücret artışı sağlayacaktı: Kamu işverenleri başlangıçta yüzde 40 zam önerdiği halde sonunda yüzde 140’lık bir zammı kabule mecbur kalacaktı! Bu tabloya bir nokta daha eklemek gerekiyor. 1989 Bahar Eylemleri, 12 Eylül’ün işkence yaptığı, uzun tutuklamalarla hapiste tuttuğu, idam cezasıyla yargıladığı sınıf mücadeleci sendikacıların dışındaki, özellikle 12 Eylül’ün hükümetine Çalışma Bakanı vermiş Türk-İş’in bürokratlarının, önderliği bir yana bırakın, en ufak bir desteği olmaksızın, neredeyse bütünüyle kendiliğinden bir hareket olarak yaşanıyordu. İşçiler bunun o kadar farkında idi ki, o dönemde yapılan birçok sendika şube ve genel merkez kongresinde baştaki kadrolar devrilecek, hareketin başına pratikteki ataklıkları sayesinde geçen kadrolar seçimleri kazanacaktı. Buradan bir başka ders daha çıktığının altı çizilmeli. İşçi sınıfı sadece birlik halinde mücadeleye giriştiğinde çok güçlü bir sınıf değildir. Aynı zamanda, kendi içinden çıkardığı mücadele öncüleriyle kendiliğinden, hiçbir önderliğe ihtiyaç duymadan harekete geçebilen bir sınıftır. Ama görüyoruz ki işçi sınıfı askerin süngüsü karşısında boynunu eğmemiş. Londra Borsası’nın dayatmalarına da sessiz kalmayabilir. Mehmet Şimşek Londra Borsası’nın temsilcisi olarak İMF’siz İMF programı başlatıyor. Bakalım el mi yaman çıkacak bey mi?
1 Mayıs, işçinin emekçinin birlik ve mücadele günü yaklaşıyor. Bu 1 Mayıs’ta da bayraklarımızla, pankartlarımızla, taleplerimizle, sloganlarımızla, en güzel giysilerimiz olan sendika ve parti önlüklerimizle meydanları dolduracağız! Emekçi kadınlar en güçlü şekilde o meydanlarda saf tutmalı, 1 Mayıs’ta kortejlerinde en öne çıkmalı! Neden? Çünkü resmî verilere göre bile her 10 kadından sadece 3’ü çalışabiliyor. Ülkedeki işsizliğin yanında kadınların çalışmasının önündeki en büyük engellerden birisi çocukların, hasta ve yaşlıların bakımının kadınların üzerinde olması. 3 yaş altında çocuğu olan her 100 erkekten 90’ı çalışıyorken bu rakam kadınlarda sadece 28. Çünkü işyerlerinde, fabrikalarda kreş yok. Mahallelerde çocuklarını bırakabilecekleri ücretsiz, nitelikli devlet kreşleri yok. Bu da ya kadınları işgücünün dışına itiyor ya da esneklik adı altında güvencesiz işlere mahkûm ediyor. Yarı zamanlı çalışanların istihdam içindeki oranı erkeklerde %6,7 iken, kadınlarda bu oran %16,1. Ev işlerinin tüm yükünü sırtlanan kadınların ev içinde görünmeyen emeği, işyerinde de daha az para ediyor. Türkiye’de kadınlar, yine resmî verilere göre bile erkeklerden daha az kazanıyor. Üstelik burada eğitim durumu da fark etmiyor. Hatta eğitim seviyesi yükseldikçe ücret farkı da artıyor. Tüm bunların sorumlusu, nüfusun yarısı olan kadınları yok sayarak semiren, işimize, aşımıza göz diken, kendi kâr hırsını her şeyin önüne koyan erkek egemen kapitalist sistem. 1 Mayıs meydanları, erkek egemen kapitalist sisteme karşı örgütlülüğümüzü bir adım daha öteye taşıdığımız, eşit işe eşit ücret için, görünmeyen emeği görünür kılmak için yürüdüğümüz, çalışmak isteyen her kadına iş, her işyerine kreş talebimizi yükselttiğimiz, güvencesiz ve esnek çalışmaya karşı, güvenceli, sigortalı, sendikalı çalışma hakkımıza sahip çıktığımız alanlar olsun! 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne yaklaşan günlerde TÜİK, Türkiye’de kadınlarla ilgili çok çeşitli başlıklarda veriler yayınladı. Neredeyse açıklanan tüm veriler, kadınların yaşadığı eşitsizliği ve her alanda erkeklerin gerisinde olduğunu gösteriyor. Bir tanesi hariç: yaşam süresi. Türkiye’de doğduğunda bir insan için beklenen yaşam süresi 77,5 yıl. Bu süre erkeklerde yaklaşık 75, kadınlarda da 80 yıl. Yani kadınların erkeklerden 5 yıl daha fazla yaşaması bekleniyor. Ama her gün en az bir kadın, ömrünün yarısını, belki de dörtte birini bile yaşamadan kadın cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. Türkiye’de 2023 yılında 315 kadın cinayeti ve 248 şüpheli kadın ölümü yaşandı. Kadınlar hakkında koruma talep ettikleri, en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürüldü. 1 Mayıs meydanları, şiddete, tacize, erkek egemen baskılara karşı sesimizi yükselttiğimiz, erkek vurduğunda devlet korumadığı için öz savunmanın bir hak olduğunu en güçlü şekilde dile getirdiğimiz meydanlar olsun! Fabrikada patrona karşı tek başımıza değil de sendikalı örgütlü olduğumuzda, patronun her istediğini yapması mümkün olmuyor, her adımından önce işçi ne der diye düşünmek zorunda kalıyor. İşte, öz savunma da böyle örgütlü bir güç haline geldiğinde erkek şiddeti karşısında en ağır cezadan bile daha caydırıcı olacak, şiddet gerçekleştikten sonra hesap sormak yerine şiddet tehlikesini baştan savuşturacaktır. O halde 1 Mayıs meydanları sadece öz savunmanın bir hak olduğunu söylemekle yetinmediğimiz, şiddete karşı öz savunma örgütlenmeleri şiarını da yükselttiğimiz, bu yolda verilen mücadeleleri, atılan adımları daha ileriye taşımamızı sağlayan meydanlar olsun! İşimize, aşımıza, hürriyetimize sahip çıkalım! Yaşamımıza, geleceğimize, haklarımıza sahip çıkalım! Bunları elimizden almaya çalışan erkek egemen kapitalist sisteme karşı örgütlü mücadele ve öz savunma! Emekçi kadınlar 1 Mayıs’a! 1 Mayıs’ta emekçi kadınlar Devrimci İşçi Partisi saflarında en öne!
Gazze’de Siyonizmin soykırımcı saldırıları sürerken Türkiye’den İsrail’e ticaretin hız kesmeden devam etmesi Erdoğan’ı ve AKP iktidarını yerel seçimler öncesinde ciddi şekilde sıkıştıran bir konu oldu. İktidarın propagandistleri bu durum karşısında en iyi savunma saldırıdır diyerek İsrail’le kanlı ticaretin durdurulmasını isteyenleri suçlamaya hatta seçimler öncesinde fesat çıkarmaya çalışmakla itham edip ağza alınmayacak hakaretler etmeye başladılar. Sadece Ümit Özdağ gibi yeminli Siyonist işbirlikçisi faşistleri, Fatih Altaylı gibi liberal sağcıları ya da Batı hayranlığından beyni uyuşmuş birtakım sözde solcuları ayırıyorum. Onların İsrail’le yapılan ticareti durdurmak gibi bir dertleri yok. İktidarın iki yüzlülüğünü fırsat bilerek Filistin davasını kötülemeye ve gözden düşürmeye, Filistin için mücadele edenlerin moralini bozmaya çalışıyorlar. Ama şu da bir gerçek ki bu yeminli emperyalist ve Siyonist uşaklarına bu kirli ve sinsi propagandayı yapma imkânı veren de yine bugünkü iktidarın izlediği utanç verici işbirlikçi politika. Filistin halkı için, Siyonist soykırım saldırısını durdurmak ya da hiç değilse zayıflatmak için seçimleri Erdoğan’ı ve iktidarı sıkıştırmak üzere kullanmakta bir şey yok. Bunu oy kazanma kaygısıyla yapmış olan varsa bunda da sorun yok. Çünkü Gazze’nin yıkılması, insanların aç susuz bırakılması, çocukların katledilmesi iktidarı harekete geçirmedi bugüne kadar. Belki çok daha fazla değer verdikleri oyları ve iktidarları tehlikeye düşer de harekete geçerler diye ummak, bunun için seçim sürecini değerlendirmek niye ahlaksızlık olsun? Mesela AKP mitinglerine gidip “kanlı ticareti kes” diye pankart açan gençler doğru bir iş yaptılar. O gençleri gözaltına alıp pankartlarını söküp alanların gerçek yüzlerinin ortaya çıkması iyi oldu. Bizim Emperyalizme ve Siyonizme karşı Filistin Dostları Platformu olarak limanlarda yaptığımız eylemler bugün daha fazla karşılık buluyorsa bundan neden gocunalım? En başından beri söylüyoruz, ne yazık ki Filistin’i sözle savunan, İsrail’e ise eylemiyle destek olan bir iktidar yönetiyor Türkiye’yi… Ama halkın kalbi Filistin’le atıyor. Belki halktan utanırlar harekete geçerler. Belki oy derdine düşerler de belediyeleri kaybetmemek için bir adım atarlar… Harekete geçtiler. Devletin resmî kurumları üzerinden dezenformasyon yapmak için harekete geçtiler. Gel gelelim mızrak çuvala sığmıyor işte. Bir kurumun açıklamasını diğer devlet kurumu tekzip etti. Ticaret bakanı biz Filistin’e İsrail üzerinden mal gönderiyoruz dedi, sonra Ulaştırma bakanı Gazze savaşının başlamasından sonra Filistin’e malların gitmediğini açıkladı. İstibdadın bir propagandisti çıktı ticareti devlet değil özel şirketler yapıyor, uluslararası ticaret yasaları dolayısıyla hükümetin bu ticareti engellemesi mümkün değil diye bir yalan uydurdu. Sonra başka bir propagandist, “Devlet destek ve teşvikleri kaldırdı daha ne yapsın?” deyince sağ olsun kendisinden AKP iktidarının İsrail’le ticareti destekleyip teşvik ettiğini de öğrenmiş olduk. Ne demiş büyüklerimiz? Aklı namazda olmayanın kulağı ezanda olmazmış… Bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çekilenler nerede? Mesele İsrail olunca, işin ucunda Doğu Akdeniz’de İsrail’in Filistin halkından gasbettiği doğalgazı İskenderun üzerinden Avrupa’ya taşıyacak boru hattı pazarlığı olunca, Merkez Bankası 60 milyar dolar ekside, hazine tam takır, ülke 70 sente muhtaç bırakılmış olunca, işler değişiyor tabii. İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkıp emperyalizme karşı millî irade şovu yapanları sahnelerde göremiyoruz! İktidara İstanbul Sözleşmesi’nden çıkması için baskı yapmak üzere kampanyalar düzenleyen kadın düşmanı yobaz erkeklerin sesleri içlerine kaçıyor mesele İsrail olunca! Filistin’e ve Gazzeli çocuklara yardımcı olmak, Siyonist soykırım makinesinin çarklarına çakıl taşı koymak için şu ya da bu şekilde çaba gösteren herkes var olsun. Her kim soykırımcıya mal taşıyorsa, yardımcı oluyorsa, yapabilecekleri varken yapmaktan imtina ediyorsa kahrolsun!
4-5 Mayıs tarihlerinde İstanbul Tabip Odası (İTO) seçimli genel kurulu yapılacak. Bu yıl seçimlere toplam dört grup girecek. Bu seçimlerin ana tartışma konusu, Tabip Odası’nın işlevinin ne olması gerektiği olacak. Bir tarafta Tabip Odası’nı meslekçi bir hekim örgütü yapmak isteyenler yerini almış durumda. Diğer tarafta ise yıllardır olduğu gibi hekimlerin haklarını savunma ve iyileştirme mücadelesini, halkın sağlık hakkı için, sağlık emekçileri başta olmak üzere işçi ve emekçilerin hakları için, genel olarak demokratik haklar için verilen mücadeleyle harmanlayan Demokratik Katılım Grubu (DKG) var. İTO seçimleri her daim çekişmeli geçmiştir. Kuruluşu otuz yıldan fazla olan DKG grubunun karşısına milliyetçi ve hükümete yakın pek çok grup çıkmıştır. Bu seçimde de milliyetçi hekimler Türk Hekimleri Birliği adıyla seçimlere giriyor. Türkçü-milliyetçi söylemlerine ek olarak bu grup, odanın siyasetten uzak durmasını ve yalnızca hekimlikle ilgili sorunlara eğilmesini savunuyor. Seçimlere giren bir başka grup, Değişim Grubu. Son dönemin moda söylemi olan “değişim”i, İTO yönetimini DKG grubundan almak hedefini vurgulamak için kullanıyorlar. Söylemlerinin merkezinde siyasetten uzak ve yalnızca hekim hakları ile ilgilenen bir oda vaadi bulunuyor. Diğer grup olan Çağdaş Hekimler Birliği’nin ise diğer gruplara benzer şekilde siyasetten uzak ve yalnızca hekim hakları ile ilgilenen bir oda vaadinin yanında Kürt siyasetine mesafeli bir söylemi benimsediği anlaşılıyor. Milliyetçilik ve şoven söylem bizden uzak olsun. Ama “değişim” üzerinde durulabilir. Değişim kendi başına olumsuz bir şey değil. Ancak neyi değiştireceğiniz ve nereye doğru değişeceğiniz önemli. DKG grubu, hükümetlere muhalif, hekim haklarını halkın sağlık hakkını gözeterek şovenizme karşı halkların kardeşliğini, istibdada karşı hürriyet mücadelesini savunan bir çizgiye sahip. Değişimden kastın, bu değerleri değiştirmek olduğu anlaşılıyor. Böyle bir değişim geriye gitmek olur. Tam tersine odanın mücadeleci çizgisini korumak ve bu çizgiyi daha da ileri taşımak gerekir. Siyasetten uzak olmak da tam bir demagojidir. Bugün siyasete bulaşmamak basbayağı gerici ve şoven bir siyasetin savunulması, odanın iktidarın temsil ettiği siyasetin gölgesine sokulması anlamına gelir. Sağlık Bakanı’nın Tabip Odaları’nı işaret etmesi sonrası, Hekim-Sen başta olmak üzere hekim sendikalarının Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve İTO’ya yönelik hamleleri hükümetle bir düzeyde ilişkilendiklerini düşündürüyor. Nitekim bugün için başhekimlerin ve hükümete yakın oldukları bilinen hocaların DKG aleyhine üye faaliyeti yürütmesi kuşkuya yer bırakmıyor. Siyasetten uzak durma ve yalnızca hekim hakları ile ilgilenme söylemi de benzer şekilde, hükümetle uzlaşı siyasetine işaret ediyor. Hekimler, yalnızca halkın sağlığı ve hürriyet için değil bizzat kendi haklarını korumak ve ileriye taşımak için de tabip odalarında örgütlenmek ve mücadele etmek durumunda. İşte DKG, hekimlere çarenin göç etmek değil bu topraklarda mücadele etmek olduğunu göstermek, mesleğimizin itibarını yeniden tesis etmek, hekim haklarını savunmak ve iyileştirmek, halkın sağlık hakkını korumak, herkese eşit, ücretsiz, ulaşılabilir, nitelikli, anadilinde kamu eliyle sunulacak sağlık ortamını yaratmak için, memlekete halkların kardeşliğinin ve hürriyetin gelmesini sağlayacak mücadeleyi büyütmek için, önümüzdeki dönem de İTO’yu yönetmeye talip. Biz de bu doğrultuda yine görev almaya ve elimizi taşın altına sokmaya hazırız. İstanbul’daki hekimleri DKG grubunu desteklemeye davet ediyorum.
31 Mart 2024 seçimleri AKP için tam bir hezimetle sonuçlandı. Son yerel seçimlere göre toplamda 4,2 milyon oy kaybederek yüzde 43’ten yüzde 35,5’a gerileyen AKP, 3 büyükşehir, 12 il, 180 ilçe kaybetti. AKP’nin kurulduğu günden bugüne kadar en düşük oy aldığı seçim yaşandı. Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı MHP de yaklaşık 1 milyon oy kaybı yaşayarak yüzde 7,31’den yüzde 5’e geriledi. MHP elindeki tek büyükşehir belediyesi olan Manisa’yı CHP’ye kaptırmanın dışında toplamda 2 il ve 23 ilçe belediyesi kaybetti. AKP ve MHP’nin hezimeti karşısında CHP’nin tarihinin en başarılı yerel seçim performanslarından birini elde ettiğini görüyoruz. Yüzde 37,74 ile birinci parti konumuna yükselen CHP, İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya’nın yanına Bursa’yı da ekleyerek Türkiye’nin en büyük beş ilinde büyükşehir belediyelerini kazanmış oldu. Böyle bir tabloyu ilgili partiler açısından hezimet ve zafer dışındaki sıfatlarla tanımlamak çok zor. Ancak biz siyasete işçi sınıfının gözünden bakarız. Bu şekilde baktığımızda hezimete uğrayan taraftaki partilerde işçi düşmanlarını, kadın düşmanlarını, din istismarcılarını, faşistleri, emperyalizmin ve Siyonizmin işbirlikçilerini görsek de kazanan tarafta belediyelerin başına işçi sınıfımızın, emekçi halkın ve ezilenlerin temsilcilerinin geldiğini söyleyemeyiz. İşçilerden, emekçilerden, emeklilerden, yüreği Gazze’yle atanlardan iktidara güvensizlik oyu! Erdoğan’a verilecek seçimsiz dört yıllık krediye hayır! Tam aksine iktidarın ensesinde boza pişirmeliyiz! İstibdadı yenmek için CHP’yle birleşmek değil ondan kopmak gerekir! Hürriyet için işçilerin birliği halkların kardeşliği! Örgütsüz tepki örgütlenmeli! Sınıfsal refleksler sınıf bilincine dönüştürülmeli! Düzen siyasetine karşı sınıf siyaseti yükseltilmeli!
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 9-11 Şubat tarihlerinde toplanan 17. Kongresi öncesinde gazetemizin Şubat sayısında yayınlanan yazımızda kongrenin, hükümetin yerel seçimler sonrasında işçi ve emekçilere İMF’siz bir İMF programı ile taarruza hazırlandığı bir dönemde toplanmakta olduğunu belirtmiş, buna karşılık işçi sınıfı saflarında henüz ilk kıpırtılar halinde de olsa mücadele eğilimlerinin belirdiğine de işaret etmiştik. Bu mücadele eğiliminin en belirgin örneği olarak da 160 bin metal işçisinin o sektörün patron örgütü MESS’e karşı kararlı ve atak bir tarzda verdiği mücadele sonucunda elde ettiği ciddi kazanımı göstermiştik. DİSK kongresine tam tamına bu mücadeleci ses damga vurdu. Birleşik Metal’in henüz 2023 Aralık ayında topladığı kongresinde başkan seçilen Özkan Atar, sendikası adına yaptığı konuşmada DİSK’in bütününü korumayı dikkatle gözetmekle birlikte yıllardır yürütülmekte olan politikadan çok farklı bir ufku işaret etti. Birleşik Metal başkanı, 160 bin metal işçisi adına konuştuğunu belirterek aslında Türk Metal tabanının da bu sefer gösterdiği kararlılığı sahiplendiğini, yani metal mücadelesinin toplu dinamiğine yaslandığını ilan ediyordu. Atar’ın konuşması DİSK’in gelecek dönemde yürümesi gereken yol bakımından bütünsel bir eylem programını sergiliyordu. Yaklaşan dönemde enflasyonun düşmeden önce bir kez daha patlayacağı gerçeğine dikkat çekerek “yeni protokol/ek zam” mücadelesini şimdiden sınıfın gündemine yerleştirdi. Yani bizim sözünü ettiğimiz sınıf taarruzunu doğrudan hedef aldı. Vergilendirme alanında işçi sınıfının uğradığı soygun karşısında aktif bir hazırlıktan sonra İzmir’den Diyarbakır’a işçi sınıfının yoğunlaştığı her ilde vergi dairelerinin önünde oturma eylemlerinden, gerektirdiğinde işçi sınıfının diğer kesimlerini de katarak “günlük genel grevler”den söz etti Birleşik Metal başkanı. Asgari ücret için milyonları “tribünlerden sahaya indirecek” bir çalışmayı hedef olarak koydu. Bu dinamiğin sesi, Birleşik Metal’in yalnızca başkanından gelmedi. Aynı zamanda tabanın sesine tercüman olan, şube yönetim kurulu üyesi ve kendi fabrikasının baştemsilcisi bir devrimci Marksist işçi, onyıllardır DİSK’e hâkim olan “sosyal diyalog” politikasının artık geride bırakılmasının, sınıf mücadelesi yöntemlerine dönülmesinin gerekli olduğunu berrak biçimde ortaya koydu. Metal işçilerinin tek sınıf mücadeleci örgütü Birleşik Metal’in başkanının DİSK kongresine verdiği mesajın en önemli yanı ise, gür bir sesle sosyalizmi yeniden DİSK’in gündemine getirmesiydi. “Savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya özlemiyle, başta kendi ülkemizde olmak üzere, sosyalizmin adil düzeninin yerleşmesi için siyasi mücadelemizi her platformda vermek zorundayız.” DİSK kongresi kürsüsünden Türkiye’ye ilan edilen sınıf mücadelesi programının doruğu böyle formüle edilmişti. İşçi sınıfı içindeki mücadele dinamiği yeni dönem için sosyalizmi de içeren bir programı ortaya koyarken, Türkiye sosyalist hareketinin ana partilerinin çoğunun işçi sınıfından nasıl kopmuş olduğu da bu kongrede yeniden ortaya çıktı. Seçim meydanlarında bir kısmı laiklik propagandasıyla yetinirken bir kısmı da modern küçük burjuvaziye ve eğitimli yarı-proleter katmanlara hitap eden bu partilerin bazıları DİSK kongresine gelmeye zahmet dahi etmemişlerdi! DİSK’in şanlı günlerinde, 1967’den 1980’e, sınıf mücadelesinin öncüsü bu konfederasyonla sosyalist hareketler arasında kurulmuş olan yakın ilişki hatırlandığında bu durum işçi sınıfı sosyalizminin Türkiye’de artık ne kadar nadir bir tür olduğunun çarpıcı bir tablosudur. Bu partilerden biri de kongreye temsilci göndermişti ama temsilci konuşma sırasını bekleyemeden çekip gitmeyi tercih ediyordu. Belki de CHP ile önemli bir seçim toplantısı vardı! DİSK kongresinde şu ya da bu biçimde varlık gösteren sadece üç sosyalist parti vardı. Bizim partimiz Devrimci İşçi Partisi, işçi tabanından delegesinin konuşmasıyla, Genel Başkan Yardımcısı Levent Dölek’in delegelere hitabında söyledikleriyle DİSK’in içinde doğmakta olan yeni sınıf mücadelesi dinamiğinin bir parçası olduğunu ortaya koydu. Gelecek bu dinamiğin olacaktır.
31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere bir tarafta AKP’nin diğer tarafta CHP’nin başını çektiği burjuva kamplarının rant kavgası damgasını vuruyor. Düzen siyaseti, emekçi halkı yine kimliklerine göre saflaştırıyor ve bu kimlik çatışmasından kendi rant kavgası için oy devşirmeye çalışıyor. İşçi sınıfı ve emekçi halk bu rant kavgasında taraf olmamalıdır. 6 Şubat depremiyle kapitalist sistem başımıza yıkıldı! Bu düzenin temsilcilerine tek oy yok! Düzenlerini başlarına yıkmak için örgütlenmeye ve mücadeleye! Bu seçim 6 Şubat depreminden sonraki ikinci seçimdir. Deprem dünün değil bugünün ve yarının gündemi olmaya devam etmektedir. Yerel seçimin de en önemli konularından biridir. Depremde rant kavgasına dayalı sistemin ölümcül yüzünü de gördük. Deprem sarstı, yıkan bu sistem oldu. En az 53 bin insanımız bu sistemin enkazının altında kalarak can verdi. Şehirlerin insan yaşamına değil ranta ve kâra öncelik verilerek inşa edilmesinin sonuçlarını en acı şekilde yaşadık. Sadece 6 Şubat’ın vurduğu 11 il değil tüm Türkiye deprem bölgesidir. İstibdad cephesiyle Amerikan muhalefetiyle birlikte bu sistem toptan alaşağı edilmeden ne yaralar sarılabilir ne yeni katliamlar engellenebilir. 31 Mart’taki rant kavgasına karşı tepkimizi gösterelim! 1 Nisan’dan sonra yükselecek sınıf kavgası için örgütlenme ve mücadele seferberliğine! Kayyımlara karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği için mücadele! Kapitalistlerin, müteahhitlerin, para babalarının ve onların partilerinin rant kavgasına karşı protesto oyu! Sınıf mücadelesi doğrultusundaki adımları destekleyeceğiz! Devrimci İşçi Partisi sermayeden, emperyalizmden, devletten bağımsız sınıf siyasetine, örgütlenme ve mücadele seferberliğine çağırıyor! Rant kavgasına hayır! Sınıf işbirliğine karşı sınıf mücadelesi! Sermayenin saldırısına karşı örgütlü hazırlık! İş, aş, hürriyet için örgütlenme ve mücadele seferberliği!
Seçimin hemen ardından işçi ve emekçileri ciddi bir kemer sıkma dayatmasının beklediği, kıdem tazminatı başta olmak üzere kazanılmış haklara saldırıların gündeme geleceği kimsenin inkâr etmediği bir gerçek. Sermaye zaten istiyor, iktidar da inkâr etmek bir yana bunu Orta Vadeli Plan’a yazarak ilan etmiş durumda. Bu saldırıyı püskürtmenin yolu örgütlenmekten ve mücadeleden geçiyor. Ve dün olduğu gibi bugün yaşanan mücadelelerin neredeyse hepsi, bu mücadelenin sadece bir ekmek mücadelesi olmadığını, aynı zamanda örgütlenme hakkına sahip çıkma anlamında bir hürriyet mücadelesi de olduğunu gösteriyor. Çünkü sendikaya üye olmak anayasal bir hak ve bir tuşa basmak kadar kolay olduğu halde iş onunla bitmiyor. Sendikanın çoğunluğu yakalaması lazım. Çoğunluğu elde edince bakanlığın yetki tespiti gerekiyor. Yetki geldiğinde bu kez de patronun yetki itirazı, işkolu değişikliği gibi oyunları ile gündeme geliyor. Yetkinin mahkeme tarafından tescil edildiği durumlarda bile patron ne mahkeme tanıyor ne memleketin yasasını, anayasasını. Hâl böyle olunca da ekmeğine sahip çıkmak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için örgütlenen işçilerin neredeyse hepsi, karşısında sadece anayasa tanımaz sermayeyi değil, sermayenin çıkarına dokunmamak için yasaların çiğnenmesine göz yuman hatta çanak tutan istibdadı karşısında buluyor. İşte bu yüzden iş, aş mücadelesi hürriyet mücadelesi ile birleşiyor, birleşmek zorunda kalıyor. Sadece son dönemde bile çok sayıda örnek var. Ankara Ostim’de bulunan Patiswiss fabrikasında Öz Gıda-İş sendikasında işçilerin örgütlenmesini kırmak için patron bir işçiyi işten attı. Patiswiss işçilerinin direnişi devam ediyor. Silivri’de bulunan Ekol Ofset’te patron, işçilerin DİSK Basın-İş’te örgütlenmesini kırmak için, küçülme bahanesiyle sendika üyelerini işten çıkarıyor. İşçiler sendikalaşma hakkına sahip çıkmak ve atılan işçilerin geri alınması için eylemlerine devam ediyor. İzmir Çiğli’de bulunan Iffco Turkey isimli gıda fabrikasında ise Tekgıda-İş sendikası geçtiğimiz aylarda örgütlendi, Ağustos ayında yetkiyi aldı. Patron yetkiye itiraz etti ama sendikanın toplu sözleşme yetkisi Aralık ayında mahkeme tarafından tescil edildi. Buna rağmen toplu sözleşme hakkını gasp etmeye devam eden patron, örgütlülüğü kırmak amacıyla bir yandan süreci uzatmak için istinafa başvururken diğer yandan 6 işçiyi de işten çıkardı. Yine Tekgıda-İş sendikası bir süre önce Eker Süt ürünlerinde örgütlenmiş, yetkiyi almıştı. Patron sendikanın Eker’in depolarında da örgütlenmesi gerektiği gerekçesiyle yetkiye itiraz edince Tekgıda-İş depolarda da örgütlenmeye başladı. Sonuç yine aynı: Örgütlenmeyi engellemek için işten çıkarma saldırısı. Ve nihayet İstanbul Esenyurt’ta bulunan Perfetti van Melle’de de durum benzer. Tekgıda-İş sendikası çoğunluğu sağladı, yetkiyi aldı, patron yetkiye itiraz etti ve sendikanın atadığı temsilcilerden birini işten çıkardı. O da yetmedi baskıyı arttırmak için mola yerlerindeki oturma alanlarını, bankları söktü, giriş çıkışlara, yemekhanelere kameralar yerleştirdi, işçilerin her hareketini izlemeye başladı. Son dönemdeki örnekler derken devam eden mücadelelerden örnekler verdik. Bir de yine yakın zamanda yaşanan ve ama şimdi devam etmeyen, kazandığı için bu muharebesi sona eren bir örnekle bitirelim. Dilovası’ndaki Esitaş Elektrik’te de benzer bir durum yaşandı. Birleşik Metal-İş sendikası örgütlendi, yetkiyi aldı ve yetkinin ulaşmasının ardından patronun işten atma saldırısı geldi. Bu saldırıya Esitaş işçileri şalteri indirerek cevap verince atılan işçiler geri alındı. Esitaş işçisi kazanmanın yolunun işgal, grev, direnişten geçtiğini bir kez daha göstermiş oldu. Şimdi sıra Perfetti’de, Eker’de, Iffco’da, Patiswiss’te, Ekol Ofset’te ve nicelerinde! Onların mücadelesi hepimizin mücadelesi! İş, aş, hürriyet için örgütlenen, işgal, grev, direniş diyerek mücadele eden işçilerle dayanışmaya!
31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere giderken burjuva partilerinin rant paylaşım kavgası sürece damgasını vuruyor. İşçi sınıfına ve emekçi halka bu kavgadan bir fayda yok. Ama bunu söyleyip duramayız. Bu kavganın arkasındaki sistemi görmeli ve taraflarını tanımalıyız. Devlet sistemi özünde yerel ve merkezî diye ikiye ayrılmıyor. Yereldeki belediyeler ve merkezdeki siyasi iktidar aynı devlet yapısının parçası, sadece yetki alanları farklı. Bu devlet yapısına hâkim olan sınıf da patronlar sınıfı, yani burjuvazi. Türkiye’de yolsuzluklar merkezî ve yerel yönetimlerin tam bir iş birliği ve koordinasyonu içinde gerçekleşiyor. İmar planları ve her türlü ruhsatlandırma işlemi belediyelerle valiliklerin ortak denetimindedir. Belediyelerdeki imar izinlerinden, ruhsatlardan her türlü ihaleye kadar en tepede beşli çete diye bilinen oligarklardan başlayıp yerel müteahhitlere uzanan bir rant paylaşım sistemi kurulmuş durumda. Bu sistemin işlemesi için yerel yönetimle merkezî yönetimin tam bir koordinasyon içinde çalışması gerekiyor. Ama bu da yetmiyor, yasaların engel olduğu yerde kişiye özel yasa çıkarılması için meclisin de bu sisteme dahil edilmesi lazım. 22 yıllık iktidarında AKP’nin 8 defa imar affı çıkarmasının, ihale kanununu 198 defa değiştirmesinin arkasında işte yerelle merkezin bu iş birliği var. Yolsuzluk ve hırsızlığın hesabını tutan bir Sayıştay var, ama hesabını sorabilen bir yargı yok! Çünkü yargı da tümüyle istibdad rejimi tarafından zapturapt altına alınmış durumda. Milletin sırtından geçinen bu parazitler avantasını almadan ne metro için bir metre kazılıyor ne de sokağa bir kaldırım taşı konuyor. Erdoğan’ın Hatay’da yaptığı mitingde söylediği “merkezî yönetimle yerel yönetim dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez” sözleri işte bu rant paylaşım sistemini anlatıyor. Önümüzdeki en önemli gerçek 31 Mart seçimlerinin hemen ardından, rant kavgasının ilk sonuçları açıklanır açıklanmaz Türkiye işçi sınıfına hızla ve artan bir ivmeyle dayatılacak olan kemer sıkma programıdır. Bu program Mayıs 2023 seçimlerinin ardından Mehmet Şimşek’in ekonominin başına getirilmesiyle hazırlanmış, Orta Vadeli Program adıyla duyurulmuştur. Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden kıdem tazminatının gaspına kadar tüm saldırı paketi takvime bile bağlanmış durumdadır. En önemlisi de rant kavgasının muhalif kanadı bu saldırı programını rasyonel politikalara dönüş söylemiyle desteklemiştir ve destekleyecektir. Amerikan muhalefetini destekleyen TÜSİAD’ı da istibdad cephesinin arkasında duran MÜSİAD’ı da el birliği ile bu saldırıya hazırlanmaktadır. Emperyalist para babaları dolarları hazırlamış, istibdadın işçinin emekçinin ümüğünü sıkarak yaratacağı kaynağı kasasına indirmek için ülkeye girmeyi beklemektedir. Devrimci İşçi Partisi’nin örgütlenme ve mücadele seferberliği çağrısı yerel seçimlere giderken de sürmektedir. Bizim seçim bürolarımız işçi direnişleridir, grevlerdir, fabrikalardaki, emekçi mahallelerindeki örgütlenme mücadeleleridir. Sermayenin saldırısına karşı direneceğimiz mevziler belediyeler değil sendikalardır, her türlü işçi ve emekçi halk örgütlenmesidir. Yöntemimiz işgal, grev, direniş ve nihayet genel grev olacaktır! O halde yerel seçimler büyük saldırıya karşı safları sıklaştırmanın vesilesi olmalıdır. Rant kavgasına oy yok! Düzen partilerine destek yok! Düzen siyasetinin çeperlerinde boş hayallerle oyalanmak yok! Rant kavgasına karşı sınıf kavgasını ve sınıf siyasetini yükseltmek üzere el birliği yapıp, safları sıklaştıralım!
Sınıf siyaseti dediğimiz zaman sadece işçilere gitmekten bahsetmiyoruz. Hele işçilerin dertlerinden, geçim sıkıntısından bahsetmekten hiç bahsetmiyoruz. Bu ekonomide işçinin, emekçinin, emeklinin geçim derdinden bahsetmeyeni döverler. Öyle ki AKP bile suçu fahiş zam yapan marketlere atıp bir muhalefet partisiymişçesine geçim sıkıntısından dem vuruyor. Yani mesele sadece işçiye gitmek değil, işçiyle birlikte sermayenin karşısına çıkmak. Fabrikalarda ve işyerlerindeki ekonomik mücadeleden başlayıp siyasetin tüm alanlarına kadar işçi sınıfının çıkarlarını sermayeye, emperyalizme ve devlete karşı savunmak! Tabii işçilere gitmek de şart. Ama gerçekten sınıf siyasetinin anlamını kavrayan için “gitmek” yetmez. Sınıfın içinde mevzilenmek, siyasetin ana üssünü buraya kurmak ve sınıfın mevzilerinden tüm topluma seslenerek siyaset üretmek gerekir. 31 bin TL kira ortalaması olan, gelir ortalamasında ise İstanbul’un en zengin ikinci ilçesi olan Kadıköy’de “komünist” başkan çıkarırsanız bunun sınıf siyasetiyle uzaktan yakından ilgisi olmaz. Bu ilçede yaşamaya muktedir, okumuş etmiş modern küçük burjuvazinin hatta düpedüz burjuvaların “komünist” kimliğe sempatiyle bakmasını “komünizmin” bir potansiyeli olarak görmek, sağlıklı kırmızı yanakları ve parlak montlarıyla komünist başkanın dağıttığı bildirileri alan, onunla film artistiymiş gibi fotoğraf çektiren insanları, halkın ilgisi olarak değerlendirmek komik. Trajikomik olan ise bir de başka sosyalistlerin Maçoğlu’nu eleştirip onunla yarışa girmesi. Kılıçdaroğlu için tüm sola matematik (daha doğrusu aritmetik) anlatan TİP’e şimdi başkaları matematik anlatıyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Şu siyasetin matematiği keşke her yerde elverse, Kadıköy’de olduğu gibi her yerde CHP’nin oyları AKP’yi üçe katlasa da sosyalistler aynı öz güvenle ve “bağımsız” siyasetleriyle halkın karşısına çıksalar... Ama işte memleketin demografik yapısı bizim Menşevik küçük burjuva sosyalistlerine her zaman Kadıköy’deki kadar cömert davranmıyor. İşçi sınıfımızı cahil zanneden cahillerden olmayın. Sol fraksiyonların ayırdına varmıyor olabilirler ama hayatın matematiğini iyi bilirler. O matematikle bordrolar okunur, o matematikle ay sonu getirilir. O matematikle çocuklar büyür. Ayrıca işçi sınıfı çok iyi koku alır. İşçinin soldan uzak olması sadece muhafazakârlıktan değildir. İşçi sınıfı CHP’nin yanında durdukça solun üstüne sinen burjuva kokusunu bin kilometreden alır. Tersi de doğrudur. Biz sınıfa gitmeyi seçtik, sınıf içinde mevzilendik, fikirlerimizi yumuşatmadık, orak çekiçli bayrağımızı saklamadık, dediğimizle yaptığımız bir olsun diye uğraştık, sol kimliğe mesafeli olanların sınıf siyasetini nasıl benimsediğini, bağrına bastığını gördük. Bu yoldan yürümeye, örgütlenmeye ve mücadele etmeye devam edeceğiz. Sermayeden, emperyalizmden, devletten bağımsızlaşan düzen siyasetinden kopan sosyalistlerle sınıf siyasetinin yolunda buluşacağımızı umarız.
Şubat ayı başında Meclis Genel Kurulu’na gelen, sağlık alanına dair farklı kanunlarda önemli değişiklikler öngören yasa teklifi jet hızıyla 1 Mart’ta yasalaştı. Birçok farklı yasanın çok sayıda maddesinde değişiklikler getirdiği için kanun “torba yasa” diye anılmıştı. Her ne kadar farklı yasa ve maddelerde değişiklikler getirse de yapılan değişikliklerin amacı ortak: Sağlık alanının piyasalaşmasının önündeki engelleri kaldırmak, sağlık emekçilerinin örgütlenmesinin ve mücadelesinin önünü tıkamak. AKP, 20 yılı aşkın iktidarı boyunca işçilere ve emekçi halka düşman, piyasaya dost pek çok icraat gerçekleştirdi. Elbette sağlık alanı da bundan çokça nasibini aldı. Sağlık piyasasının kârını arttırmanın yolu, sisteme daha fazla hastayı (piyasaya göre müşteriyi) çekmekten geçiyordu. Bu amaçla AKP iktidarı, halkın sağlığını hiçe sayarak koruyucu sağlık hizmetlerini arka plana itip, esas olarak vatandaşların polikliniklere başvurusunu teşvik ettiği bir sağlık ortamı yarattı. 20 yıl öncesine göre yaklaşık 3,5 kat daha fazla polikliniğe başvurulan bir sağlık sistemimiz var. Şu an polikliniklere başvuru talebi o kadar fazla arttı ki gelinen aşamada özellikle nüfus yoğunluğunun fazla olduğu büyükşehirlerde randevu bulunamaz hâle geldi. Sağlık merkezlerine başvurudaki bu ciddi artışın sağlık emekçileri için anlamı muazzam bir iş yükü artışı oldu. Bu durumun sağlık emekçilerinde oluşturduğu memnuniyetsizliği gidermenin bir aracı olarak AKP iktidarı, performansa dayalı ücretlendirme sistemini hayata geçirdi. Geldiğimiz aşamada özellikle doktorların ücretinin önemli bir kısmı performansa dayalı durumda. AKP iktidarı, yıldan yıla halkın daha fazla kendi cebinden harcama yaptığı bir sağlık sistemi yarattı. Sağlık emekçilerinin ise çalışma şartları kötüleşti, özlük hakları geriledi. İktidar, sağlık emekçileri mücadeleyi yükselttiğinde tavizler verdi, mücadele geriye düştüğünde ise sağlık emekçilerinin kazanılmış haklarına saldırdı. AKP iktidarı sağlık alanını piyasalaştırırken, sağlık emekçilerini atomize edip, yeri geldiğinde ikna, yeri geldiğinde zor yoluyla sistemi sürdürmeye çalıştı. Bu yasalaşan torba yasa ile tarih tekerrür ediyor. İktidar, 31 Mart sonrasına hazırlık yapıyor. Sağlık piyasasına zeval gelmemesi için emekçilerin haklarına saldıran ve onların mücadelesini kırmaya dönük hamleleri hayata geçiriyor. Yasa; disiplin cezası alacak olan sağlık emekçilerinin ikinci bir ceza olarak teşvik (performans) ödemesinin kesilmesi, hastane kurullarının kurulup sağlık emekçilerinin “piyasa verimlilik kriterleri” üzerinden denetimini yapıp verimsiz olanları cezalandırılması, geçici görevlendirme süresinin 1 aydan 2 aya uzatılması gibi maddeler içeriyor. Sağlık piyasasının önünü açan ilaçların piyasaya çıkmadan önce değil de çıktıktan sonra denetlenmesi gibi pek çok madde de yasada mevcut. Sağlık emekçileri, AKP iktidarı döneminde örgütlü oldukları emek-meslek örgütleri aracılığıyla kitlesel yürüyüşler, basın açıklamaları ve üretimden gelen güçlerini de gösterdikleri çok sayıda eylem ve gösteri gerçekleştirdi. Ne zaman mücadeleyi yükseltti, sonunda hep kazanım elde etti. Öyleyse gün AKP iktidarının çıkardığı sağlıkta piyasalaşma torba yasasının ve 31 Mart sonrası çıkacak olan daha kapsamlı torba yasaların ağzını büzüp tarihin çöp sepetine atmak için örgütlenmeyi arttırmanın ve mücadeleyi yükseltmenin günüdür.
2024 yılı başında KESK ve bağlı sendikaları kongrelerini tamamladılar ve yeni yönetimler belirlendi. Bu kongrelerde tartışmaların odağında olması gereken konunun grevli toplu sözleşme hakkı olması beklenirdi. Grevsiz toplu sözleşme olmaz. Olsa olsa tiyatro olur. Her iki yılda bir Ağustos ayında bu tiyatro oynanmakta, hükümet en fazla üyesi olan yandaş sendikayla danışıklı dövüş içinde kamu emekçilerinin kaderini belirlemektedir. Hangi sendika olursa olsun, kamu emekçisinin hizmet üretiminden gelen gücünü ortaya koyamadıkça üyelerinin ekonomik ve demokratik haklarını koruyamaz ve geliştiremez durumdadır. Bu sebeple de kamu emekçileri işçi sendikalarında olduğu gibi toplu sözleşmeden faydalanmak amacıyla değil, siyasal görüş ya da kimlik mülahazalarıyla sendikalara yaklaşmaktadır. Memur-Sen bu noktada hükümetin gayri resmi sendikası olarak ayrılmaktadır. Bu sendika idareyle iç içe geçmiş, kamu emekçilerinden kimisini mobbingle yıldırarak kimisini de kayırarak 1 milyon üyeye ulaşmıştır. Diğer sendikalar ise kimliklere göre bölünmüş durumdadır. Ne var ki Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya dünya turu atılan, LGBT’lerden ekolojiye kadar sayısız konu tartışılan, örgütlenme çalıştaylarından tüzük kurultaylarına bir sürü toplantı kararı alınan bu kongrelerde tek tartışılmayan konu grevli toplu sözleşme hakkı oldu. Grev yapılmaması, yapılan tek grev olan sağlıkçıların 8 Şubat 2022 grevinin de gerçek bir grev gibi örgütlenememesi üzerinde hemen hiç durulmadı. Gelecekte kamu emekçisinin hizmet üretiminden gelen gücünü kullanabilmek, toplu sözleşme tiyatrosunu aşmak için neler yapılması gerektiği hiç tartışılmadı. Sadece mevcut yönetim yapısı değil muhalefette olan sendikal gruplar da bu meseleleri hiç gündeme getirmedi. Elbette sendikanın gerileyişi ve üye kayıpları da gündeme geldi. Ama bu konu da genelde sınıfsal bir perspektifle değil kimlikçiliğin iki ucunda tartışıldı. Bir taraf Kürt hareketinin post-modernizmden etkilenmiş özgün analiz ve politikalarını sendikal krizin aşılmasına bir reçete gibi sunarken, Kürt illerindeki üye sayısındaki artışı örnek gösterirken diğer uçta sanki Kürtler görünmez hale gelse kamu emekçileri içindeki şovenist önyargılar kendiliğinden aşılacak, herkes yine KESK’e koşacak gibi bir hava esiyor. Oysa sınıf mücadelesine odaklanan bir perspektif tartışmanın merkezine grevli toplu sözleşme hakkını koyardı. Kamu emekçisinin en genel ekonomik ve demokratik taleplerini fiili meşru mücadele ve grevle alacak bir mücadele hattına odaklanırdı. Mesele kimlik değil sınıf çıkarı olursa Kürtlerin varlığı zaaf değil güç olur. Şovenizmin etkisi altındaki bir kamu emekçisi de grev günü geldiğinde memleket ayrımı olmadan herkesin greve katılmasını ister. En mücadeleci olanların kıymeti grev zamanlarında daha çok bilinir. KESK’e sınıf sendikacılığı hâkim olursa Türk ve Kürt emekçilerini birleştiren yapısının engel değil vazgeçilmemesi gereken bir kazanım olduğu daha net görülecektir. Kongreler umut vermedi. Tek kazanım belki de sendikal grupların yönetimlerde daha güçlü bir temsiliyetle yer alacak olmasıydı. Her durumda önümüzdeki mücadelelere odaklanmak zorundayız. Memur-Sen’le danışıklı dövüşle belirlenen sözleşme, önümüzdeki altı aylık zam dönemlerinde kamu emekçisini enflasyona ezdirecek şekilde belirlenmiş durumda. Kamu işçilerinin Türk-İş’in hükümetle işbirliği yapması sonucunda belirlenen çerçeve sözleşmesinde de aynı yöntem uygulandı ve bu yüzden işçilerin isyan edişine hep beraber tanık olduk. Bu isyanın bir benzerini, bu yılın ilk yarısından itibaren, yıl sonuna doğru daha da yakıcı bir biçimde kamu emekçileri arasında da görebiliriz. Ne yapacağız? Basın açıklaması mı yapacağız? Randevu alıp bakanlıklara dosya mı sunacağız? Meclisin sözde muhalif düzen partilerini gezip lobi mi yapacağız? Emekçinin gücü dosyalardan, raporlardan, lobicilikten değil üretimden gelir. Ya grev yapacağız ya tiyatro oynayacağız! Şimdiden seçimimizi yapalım. Hazırlanmaya ve örgütlenmeye başlayalım.
TBMM 2024 yılı başında yaptığı iki oylama ile emperyalizmin ve istibdadın hâkimiyeti altında zincire vurulmuş olduğunu bir kez daha ilân etti. Hemen her gün 15 Temmuz edebiyatı yapanlar ABD isteyince edebiyatı bir günlüğüne kestiler. 15 Temmuz’un adını dahi anmadan AKP’si MHP’si CHP’si ile İsveç’in NATO’ya alınmasına evet dediler. NATO’cu subayların İncirlik’ten kalkan tankerlerden yakıt alarak bombaladıkları mecliste, NATO’ya ve ABD emperyalizmine bir kez daha biat ettiler! Aynı TBMM, Hatay Milletvekili Can Atalay’ın dokunulmazlığının düşürülmesiyle, sadece Anayasa’nın çiğnenmesine göz yummuş olmadı; aynı zamanda duvarında kocaman “hakimiyet milletindir” yazan genel kurul salonunda millet hakimiyetinin temellerine de kendi elleriyle dinamit koydu. Oysa çok kısa bir süre önce hepsi, iktidarı da muhalefeti de emekçi halka seçimleri, ölüm kalım meselesi diye anlatmıştı. Köprüden önce son çıkış diyerek halkı kandıranlar köprüyü geçer geçmez ilk virajda direksiyonu Beştepe’ye kırdılar. CHP ve sabık Millet İttifakı partileri ekonomide rasyonel politikalara dönüyoruz diye Mehmet Şimşek’in amigoluğuna soyundu. Meral Akşener, Devlet Bahçeli’nin yerine göz dikip faşistlik yarışına başladı. Gelecek ve Deva, Erdoğan’ın yeni Anayasa girişimine dâhil olmak için kuyruğa girdi. Çözüm diye sundukları, ölüm kalım meselesi diye anlattıkları, şaibelerin karşısında sahip de çıkmadıkları hesap da sormadıkları o sandıklardan çıkan meclisin hâli ortada. Şimdi aynı partiler gelip işçiden emekçiden belediye seçimleri için oy istiyorlar. Emekçi halka kendi rant kavgalarında taraf olmaları için yeni yalanlar söylüyorlar. Bugün nasıl genel seçimlerden sonra NATO’ya biat etmekte, Mehmet Şimşek’in kemer sıkma programında, Can Atalay’ın meclisten atılmasına göz yummakta anlaştılarsa yarın da yerel seçimlerden sonra belediye meclislerinde rant ve talan kararlarını birlikte çıkartacaklar. İşçi sınıfı ve emekçi halkımız için başka bir yol var. Devrimci İşçi Partisi’nin ısrarla ve inatla çağırdığı yol! Bu yol örgütlenme ve mücadele etme yoludur. Sadece biz bu yolu işaret etmiyoruz. İşçi mücadeleleri de bu yolu aydınlatıyor. Her grev her direniş bir okuldur ve öğretiyor. Örgütlü olan masaya yumruğunu vurabiliyor. İşçi birlik olursa bileğini patron da istibdad da bükemez. İşçi örgütlü mücadeleyle ücret zammını, sosyal haklarını, ikramiyesini söke söke alıyor. Kavel’lerden Bekaert’lere grev yasakları grevle yırtılıp atılıyor. Örgütsüz olan işsizliğe ya da asgari ücretle açlığa mahkûm… Örgütsüz olanın canı pamuk ipliğinin ucunda… Örgütsüz olanın işi patronun iki dudağı arasında… Örgütsüz olan için kapı hep orada! İşsizlik ve sefalet var o kapının ardında. Örgütlü olan için ise o kapıdan işgale, greve, direnişe de çıkılır. Haklar verilmez söke söke alınır. Zincirli meclisten ve düzen siyasetinden medet ummayı bırakmalı ve kendi zincirlerimizi kırmak için örgütlenmeliyiz. İşçi ve emekçiler için atadan, dededen kalma tuttuğu partinin daha çok oy almasının iş, aş, hürriyet getirdiği olmamıştır. Ama daha örgütlü olmak, daha fazla mücadele etmek öyle değil. İşçinin aldığı her hak örgütlü mücadeleyle alınmıştır, öyle de korunacaktır. Sermayenin elinden her kuruş örgütlü mücadeleyle alınmıştır yine öyle alınacaktır. En önemlisi de memlekete hürriyet işçi sınıfı ve emekçi halkın örgütlü mücadelesiyle gelecektir. İşçi, emekçi arkadaş! Devrimci İşçi Partisi seni iş, aş, hürriyet için bu yolda örgütlenme ve mücadele seferberliğine çağırıyor!
31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere her zaman olduğu gibi düzen partilerinin rant ve ihale kavgası hâkim olacak. Düzen partilerinde sadece belediye başkan adaylıklarında değil özellikle belediye meclis üyeliklerinde de müteahhitler, para babaları ve onları temsil eden avukatları sıraya girmiş durumda. Rant kavgasının şampiyonları: Ekrem İmamoğlu, Murat Kurum ve diğerleri Rant kavgasının en ön safında İstanbul Büyükşehir Belediyesi için yarışan Ekrem İmamoğlu ve Murat Kurum bulunuyor. Her ikisi de partilerinin en ünlü müteahhitleri. Başarıları ülkeyi beton yığınına dönüştürmekten, bunu yaparken de kendisi gibi müteahhitlerin ve para babalarının servetine servet katmaktan ibaret. Bu rant kavgası üç aşağı beş yukarı tüm illerde aynen devam ediyor. Tabii ki bu rant kavgası açıktan değil kimlikler ve kimlikçilik üzerinden devam ediyor. Düzen partileri halka faşistler arasından faşist beğendirme yarışında. Aynı zamanda her şehirde Kürtlerin oyuna da talipler. Ama Kürtleri eşit gören, Kürdün hakkını gerçekten savunan yok. Kürt hareketinin kent uzlaşısı da üçüncü yolu da düzen siyasetine çıkıyor Dem Parti olarak seçimlere girecek Kürt hareketi ise düzen siyaseti ve düzen partileriyle uzlaşmanın farklı yol ve yöntemleri arasında gidip geliyor. Bu yolda CHP’yle yürümenin adı “kent uzlaşısı”, AKP’yle yeni bir açılımın yolunu aramanın adı ise “üçüncü yol” olarak karşımıza çıkıyor. Sosyalistler yüzünü işçi sınıfına dönmeli ve düzen siyasetinin dışına çıkmalı Bu manzara içinde sosyalistlerden bu düzenin ve düzen siyasetinin dışına çıkması beklenirdi. Devrimci İşçi Partisi bu doğrultuda “işçi kentlere işçi başkanlar” perspektifiyle ortak hareket etme çağrısını uzun süredir savunmaktaydı. Ne var ki bu çağrımız hiçbir şekilde karşılık bulmuş değil. Sosyalist hareketin bir bütün olarak siyasetinin merkezine işçi sınıfını almamış olduğu gerçeği ortadadır. Sosyalistler genelde de yerelde de Menşevikleşmeye devam ediyor Türkiye İşçi Partisi pek çok ilde aday çıkarıyor. Ama bu adaylıkların en önemli kriteri CHP’nin ayağına basmamak. Sosyalist hareket ana gövdesiyle işçi sınıfından kopuk olmaya devam ediyor. “Komünist başkan” lakaplı Dersim Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu’nun Kadıköy adaylığı sanki sosyalistlerle işçi sınıfının arasında iyice incelmiş bağı da toptan kopartmak için kasıtlı bir çaba ya da güldürmeyen kötü bir şaka gibi. TKP bu adaylığa sahip çıkarken yaptığı propagandada sosyalistlerin bağımsız tutumunu ısrarla vurgulayarak son seçimlerde Kılıçdaroğlu’na verdikleri desteği unutturmaya çalışıyor. Bu adaylık da öyle CHP’den ayrı durmayı, komünistlerin bağımsız siyasetini falan ifade etmiyor. 2019’da CHP’nin yüzde 66, AKP’nin yüzde 19 aldığı, oylar üçe bölünse bile CHP’nin kazanacağı Kadıköy’de CHP’li burjuvaların canını sıkmayacak, düzen siyasetine renk katacak bir “komünist” adaylık söz konusu. Sosyalizmin sınıftan kopartılmasına ve bir kimliğe dönüştürülmesine hayır! Türkiye sosyalist hareketi, sosyalizmin sınıfsal çıkarlarla buluşması gereken yerlerde yokları oynuyor. Sosyalistlerin kimlik temelinde karşılık bulduğu yerlerde ise (Dersim, Hatay, Kadıköy gibi) kıyasıya bir rekabet almış başını gidiyor. Akıntıya karşı kürek çekmeye, sınıfta ve sınıf siyasetinde ısrar etmeye devam! Yerel seçimlere rant kavgasının damga vurduğu, düzen siyasetinin Kürt hareketini ve sosyalist solu kendi içinde daha fazla erittiği bir süreçte, bu gidişata direnmek, ısrarla ve inatla işçi sınıfının bağrında, işçi sınıfı siyasetini inşa etmek için mücadele etmek gerekmektedir. Öte yandan sosyalizmin düzen siyaseti tarafından soğurulmasına, sosyalizmin işçi sınıfından büsbütün kopartılarak, modern küçük burjuvaziye dayanan bir kimlik hareketine dönüştürülmesine karşı direnmek vazgeçilmez bir görevdir. Devrimci İşçi Partisi’nin tüm siyasetine olduğu gibi yerel seçimlere yönelik alacağı tutumlara ve atacağı adımlara da bu perspektif yön verecektir.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 9-11 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek 17. Kongresi ilginç bir döneme rastlıyor. En önemlisi şu: Bir sendikal kuruluş açısından belirleyici bir kavşağa yaklaşıyoruz: Bu kavşak bazılarının sandığı gibi, 31 Mart yerel seçimleri değil. Bu kavşak, o seçimlerin hemen ardından, Recep Tayyip Erdoğan’ın başkomutanlığı altında, Mehmet Şimşek’in kurmaylığında, iktidarın, muhalefeti de yanına alarak işçi sınıfına ve geniş emekçi kitlelere karşı başlatacağı büyük taarruz. Bir İMF’siz İMF dönemine giriyoruz. İşçi sınıfı cephesinde ise ilginç kıpırtılar var. İlk dikkati çeken, MESS sözleşmesi bağlamında metal sektöründe görülen direnç. MESS’in yüzde 35’ten açtığı pazarlığı “şerefini kurtarmak” için yüzde 100’ün üstüne çıkmadan ama yüzde 98 gibi çok yüksek bir düzeyde bitirmek zorunda kalmasının nedeni işçi sınıfı cephesinde görülen değişiklik. Bir kere sadece Birleşik Metal hiç geciktirmeksizin grevi ve grev tarihini ilan etmedi. Türk Metal de onunla yarışa çıkmak, hatta medya yalanları aracılığıyla sanki grevi ondan önce ilan etmiş olma payesini kazanmak istedi. Birleşik Metal ise, çiçeği burnunda yeni yönetimi altında grev yasağını tanımayacağını, greve fiili olarak devam edeceğini açık seçik beyan etti. Bu, DİSK’in 17. Kongresine de bir deklarasyondur. Gelişme DİSK’in tarihi boyunca belirleyici olmuş olan metal sektörüyle sınırlı değil. Kamu işçilerinin toplu sözleşme pazarlığında Türk-İş tabanında ciddi bir kaynaşmanın yaşandığı açık seçik görüldü. Özellikle Harb-İş ve Demiryol-İş tabanı Türk-İş Başkanı Ergün Atalay teslim bayrağını çekmeden önce sadece İstanbul, Ankara, Eskişehir gibi kentlerde değil, daha dikkat çekici biçimde Kayseri, Sivas, Sakarya gibi tutucu bir ideolojik atmosferin hâkim olduğu kentlerde de eylemler düzenledi. En son Türasaş işyerindeki kulak sağır edici çatal-kaşık senfonisi işçi sınıfının ağır ağır kıpırdanmakta olduğunu gösteriyor. Son aylarda Anadolu’nun alışılmamış kentlerinde sendikalaşma konusundaki engellemelere karşı işçi sınıfı mücadelelerinin patlak vermesi de dikkat çekicidir. Gaziantep ve Şanlıurfa’da tekstilde yaşanan mücadeleleri, Rize’de enerji işkolunda bir mücadelenin izlemiş olması özellikle dikkat çekicidir. Bunlara Ocak-Şubat 2022’de tümüyle örgütsüz işçi sınıfı kesimlerinde yaşanan ücret mücadelelerini de eklemek gerekir. Demek ki, DİSK 17. Kongresine, burjuvazinin başlatacağı büyük taarruza karşı işçi sınıfı içinde harekete geçirilebilecek bazı dinamiklerin gözle görülebildiği bir ortamda gidiyor. Sınıf mücadeleleri tarihimize görkemli mücadele ve zafer sayfaları yazdırmış bu örgüte düşen, geçmişin ataletinden, sınıf işbirliğinden, Avrupa Birliği’nin (AB) beslemesi Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun “sosyal diyalog” çizgisinden koparak bu eğilimlere yaslanan bir sınıf mücadeleci doğrultuyu benimsemektir. Metal sektöründeki mücadeleler DİSK’e yol gösterecek kutup yıldızıdır. Türkiye’nin genel tablosunda, İstanbul’da ve Ankara’da DİSK’le diyaloga açık bir TÜSİAD, iş Bursa’ya, Gebze’ye, Eskişehir’e gelince DİSK’in karşısına azılı bir düşman olarak çıkıyor. DİSK seçmelidir: TÜSİAD ve onun siyasi temsilcisi CHP müttefik midir yoksa hasım mı? 17. Kongre bu soruya henüz cevap veremez. Bunun önkoşulları henüz hazır değildir. Ama DİSK içinde TÜSİAD karşıtı kararlı bir mücadeleci dinamik olduğu bu kongrede tescil edilebilir. İşçi sınıfının bütün dostları ve örgütleri, bu mücadeleci dinamiğin bu kongrede, gelecekte DİSK önderliğine talip olacak güce kavuşabilecek bir tarz ve üslupla sesini yükseltip yükseltmeyeceğini izleyecektir. Kongre sonrasında sınav ise, burjuvazinin iktidarı ve muhalefeti ile, MÜSİAD’ı ve TÜSİAD’ı ile yerel seçimler sonrasında başlatacağı taarruza karşı DİSK’in takınacağı tavırda yaşanacaktır.
2024 yılında bizi bekleyen tek seçim 31 Mart yerel seçimleri değil. Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) ve tabip odalarının da seçimleri bu yıl içinde olacak. Nisan-Haziran döneminde yapılacak olan bu seçimlere iktidar müdahil olacağı mesajını Sağlık Bakanı aracılığıyla verdi. Hekim sendikaları mesajı aldı ve harekete geçti. TTB’yi ve tabip odalarını, iktidarın arka bahçesi olmasına karşı başta hekimler olmak üzere tüm sağlık emekçilerinin sahiplenmesi çok önemli. TTB, sağlığın; eşit, ücretsiz, nitelikli, ulaşılabilir, anadilinde, kamu eliyle verilmesi gerektiğini, ayrıca sağlık emekçilerinin güvenceli, sendikalı, grevli toplu sözleşme hakkının olduğu şartlarda çalışmasını savunuyor. Biz, tabip odalarında örgütlenmeyi, sendikalaşmaya alternatif olarak görmüyoruz. Tamamlayıcı bir unsur olarak görüyoruz. Gelecekte hekimler, kamuda olsun özelde olsun, mücadele güçleri arttıkça üretimden gelen güçlerini kullanmak için mutlaka sendikal haklara ihtiyaç duyacaklardır. O nedenle hekimler mutlaka sendikalarda da örgütlenmelidir. Hekimleri üretimden gelen gücünü kullanma olanaklarından yoksun bırakma isteğini dile getirmektedir. Aralık ayı sonunda, Hekimsen Başkanı Adil Kurban ise sosyal medya hesabından, tüm üyelerini TTB’ye üye olmaya çağırarak, üyelik için gereken tüm desteğin verileceğini, kayıt ücreti dışında bir ücret ödememelerini söyledi. Ocak ayı başında ise Hekimsen, “TTB ve Tabip Odalarının Kurtuluş Savaşını Başlatıyoruz” başlıklı bir bildiri yayınladı. Peki, Bakan sendika düşmanlığı yaparken, bir sendika olan Hekimsen’in Bakan’a göz kırpan bu çıkışlarını neye yormalı? Hekim sendikalarının en önemli işlevi, hekimleri diğer sağlık çalışanları ile birlikte mücadele etmekten alıkoymak, kendi dar bencil çıkarları etrafında örgütlemektir. Mücadele ederek kazanma perspektifini, pazarlıkla elde etmeye indirgemektedir. Bu da hekimlerin uzun vadede alabilecekleri kazanımların azalmasına neden olmaktadır. Hekimsen başkanı da bakana “Biz tam da böyle bir sendikayız, iktidar ne derse onu yapacağız” demekte, bakanın uygun göreceği ulufeye talip olduğunu belirtmektedir. Ayrıca sendika içinde seçimleri yaptırmaması ve sendika kasasını tabip odası üyeliğine hasredeceğini açıktan söylemesi iktidarın desteğini aldığını göstermektedir. Diğer hekim sendikalarından Tabip-Sen’in Hekimsen ile benzer düşündüğü görülmekte. Ayrıca söze gerek yok. Hekim Birliği Sendikası ise düşmanca bir tutum takınmış değil ancak İstanbul başta olmak üzere oda seçimlerine ayrı bir liste hazırlığında oldukları anlaşılıyor. Biz buradan hekim sendikalarına üye olan olmayan asistan hekimlere, iş yeri hekimlerine, özel hekimlere, statüsü her ne olursa olsun tüm hekimlere çağrı yapıyoruz: TTB ve onun çizgisindeki tabip odaları hekimler başta olmak üzere sağlık emekçilerinin özlük haklarının korunmasının ve çalışma şartlarının iyileştirilmesinin teminatıdır. Bu örgütler sağlık hakkının savunulabilmesinin bir parçası ve gereği olan hürriyet mücadelesinin de yılmaz savunucusudur. Memleket yanarken hekimlerin özlük hakları da, çalışma şartları da iyiye gidemez. Mücadele etmeksizin, ulufe dilenerek de ne hakkımızı alabiliriz ne toplum sağlığını koruyabilir ne de memlekete hürriyeti getirecek yolda ilerleyebiliriz. TTB ve tabip odaları, bugün mükemmel işleyen örgütler olmayabilir, daha fazla hekim omuz verdikçe büyüyecek ve daha iyiye gidecektir. Ama önce sahip çıkma zamanı. İktidarın arka bahçesi olmaya hayır demenin zamanı.
Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep ve Adıyaman başta olmak üzere 11 ilde yıkıcı etki yapan 6 Şubat depreminin üzerinden bir yıl geçti. Resmî açıklamalara göre yıkılan bina sayısı 37 bin, hayatını kaybedenlerin sayısı 50 bin 783, depremde yaralananların sayısı 107.204 olarak belirtilmiştir. Bu depremde ailesini ve yakınlarını kaybedenler, evleri, ekmek kapıları yıkılanlar için hayatın normale dönmesi mümkün değil. Ancak bu bir yıl içinde depremin yaralarının sarılması için yapılması gerekenlerin ve yapılabileceklerin de halen uzağındayız. Kapitalistlerin ve istibdadın yargısı katillerden hesap sormuyor Katliama dönüşen depremde sorumluluğu olan müteahhit ve yapı sorumluları arasında 323 kişi tutuklandı. Ancak bir yıl dolmadan pek çok tahliye kararı da geldi. Yargılamalar “olası kast” suçlaması ile gerçekleştirilmiyor. Sorumluların “olası kast” ile cinayetten yargılanmaları, bu kişilerin emsal niteliğinde cezalandırılmalarını sağlayabilmek açısından önemli bir talep. Adıyaman’da Kıbrıslı genç sporcuların ölümü dolayısıyla ailelerin adalet arayışının kamuoyuna yansıdığı İsias Otel davası bu açıdan önemli bir mücadele alanı. Ayrıca deprem ile ilgili görülen yargılamalarda alışılageldiği üzere, izin ve denetimlerden sorumlu yöneticiler hakkında ve enkaz kaldırma ve arama kurtarma konusunda ihmali olanlar yargılanmıyor. Nurdağı Belediye Başkanı Ökkeş Kavak dışında tutuklanan bulunmuyor. Kalıcı konutlar inşa edilmedi, çadır ve konteyner kentleri sel götürdü Hükümet daha insanlarımız enkazın altındayken yeni konutların inşasına dair projeleri açıklamaya başlamıştı. Bir yıl içinde büyük bir kısmının teslim edileceği söylendi. Ancak bir yıl boyunca sürekli teslim tarihi açıklayan iktidar bir türlü konutları bitirip teslim etmedi. Yeni konutlar bir yana, konteyner ve çadır kentlerde en temel yaşam koşulları dahi sağlanamadı. Yaz ayları geçtikten sonbahar ve kış ayları başladıktan sonra sıklıkla görülen su baskınları başlı başına bir afete dönüştü. Enkaz kaldırma çalışmaları tüm uyarılara rağmen usulüne uygun yapılmadığı için depremzede halk uzun süre kanserojen asbest maddesine maruz bırakıldı. Kapitalistler yıktı, katletti, kâr etmekten vazgeçmedi! 6 Şubat’ta deprem sarstı ama depremden etkilenen milyonlarca insanımız kapitalist sistemin enkazı altında kaldı. Kapitalist sistemin rant ve kâr mantığı ile inşa ettiği şehirler, emekçi halkın başına yıkıldı. Devletin açtığı bağış kampanyasını reklam fırsatı olarak gören kapitalistler 146 milyar lira bağış yapacağını vadedip sadece 85 milyar lira ödedi. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bu paranın da 56,5 milyarının depremzedeler için harcandığını açıkladı. Geri kalan paranın akıbeti meçhul. Deprem sabahı borsada kağıtları tavan yapan inşaat ve çimento şirketleri bir yıl boyunca kârlarını katlamaya devam etti. Örneğin daha yıl bitmeden Nuh Çimento kârlarını 2 katına çıkardığını, Oyak Çimento da net kârını 2,5 kat arttırdığını borsaya bildiriyordu. Depremden yerli ve yabancı para babaları da kâr etti. Devlet bütçesinden 2023 yılında 762 milyar lira deprem için harcandı. 2024 bütçesinden de 1 trilyon lira ayrıldı. Devletin kaynaklarının depreme öncelik verilerek harcanmasına kimsenin itirazı olamaz. Ama devletin önceliği deprem ve depremzede olmadı. 2024’te bütçenin önceliği 1,2 trilyon lira ile yine faiz oldu! Deprem sarstı sistem yıktı! Sistemi yıkmadan ayağa kalkamayız! Depremin bir yılı bize felaketin depremden çok, insan hayatını değil rant ve kârı öne çıkaran kapitalist sistemden geldiğini gösterdi. Bu deprem ne ilkti ne de son olacak. Bu depremin yaralarını sarmak ve ayağa kalkmak için, gelecek depremlerin katliama dönüşmesine engel olmak için bu sisteme karşı mücadele etmeliyiz. Sorumlulardan hesap sorulmasını istibdadın yargısına bırakmadan halk olarak takip ve talep etmeliyiz. Kentleri, sermayeye kâr ve rant sağlayacak şekilde değil, emekçi halka sağlıklı ve güvenli bir yaşam sağlayacak şekilde inşa edecek bir işçi emekçi iktidarı için mücadele etmeliyiz.
Türkiye’de siyasetin seçimlerden ibaret olmadığı açıktır. Sosyalistler genel seçimle yerel seçimler arasındaki 10 aylık süreye düzen partileri gibi genel seçimden çıkıp yerel seçimlere hazırlanma dönemi olarak bakamazlar. Tam tersine hayat işçi sınıfı ve emekçi halkın hâkim sınıflarla siyasi olarak karşı karşıya geldiği dolaysız mücadelelerle doludur. Cumhurbaşkanlığı, milletvekilliği, genel ya da yerel fark etmeksizin her seçimde hatta her önemli siyasal olayda işçi sınıfına dayanan, devletten, sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir kutup inşası şarttır. Devrimci İşçi Partisi yaklaşan yerel seçimleri bu perspektifle ele almaktadır. Genel seçimlerden sonra ilk işi halkın üzerindeki vergi yükünü arttırmak olan iktidar, kemer sıkma programını yerel seçimleri gözeten biçimde temposunu ayarlayarak uyguluyor. Gündemdeki asgari ücret zammı ne olursa olsun bu ücretin er ya da geç tekrar açlık sınırının altına düşeceğini ve işçi sınıfının daha büyük bir kesiminin asgari ücretli haline geleceğini biliyoruz. İşçi sınıfının bu açlık zincirini kırmasının tek yolu örgütlü mücadeledir. İşçi sınıfının örgütlü kesimleri açısından ise stratejik önemde bir muharebe yaklaşıyor. Bu muharebe alanı işçi sınıfının ve sermayenin en örgütlü kesimlerini karşı karşıya getiren MESS sözleşmesidir. Patronlar bir yandan sefalet dayatmasını sürdürürken bir yandan da işçi sınıfının kazanılmış haklarına göz dikerek bir savaş ilan etmiştir. Metal işçileri de grev hazırlıklarına girişerek bu daveti kabul etmiştir. Erdoğan’ın yeni iktidarı eskiden olduğu gibi bir MESS hükümeti olduğunu göstermeye, sınıf muharebesinde patronlar safında yer almaya hazırlanmaktadır. İşte sömüren ve sömürülen sınıfların dolaysız biçimde karşı karşıya geleceği, işçi sınıfının yine dolaysız biçimde karşısında istibdad rejimini bulacağı bu muharebe, Türkiye siyasetinde bir ekmek ve hürriyet mücadelesini birleştirecek ve işçi sınıfını bağımsız bir siyasal kutup haline getirecek bir dinamiğe sahiptir. Bu muharebede metal işçilerinin, yasaklara karşı grev hakkını grev yaparak savunması ve zafer elde etmesi sadece açlık ve sefalet dayatmasının kırılması anlamına gelmeyecek, aynı zamanda yerel seçimler de dâhil olmak üzere Türkiye siyasetinde işçi sınıfının, tüm emekçi halkın ve ezilenlerin etrafında birleşeceği bağımsız bir kutup olarak yükselmesinin koşullarını destekleyecektir. Tüm bu sebeplerle Devrimci İşçi Partisi tüm dikkatini bu önemli sınıf muharebesine odaklamış ve tüm sosyalist hareketi de dikkatini buraya yöneltmeye, yerel seçimlerde bağımsız bir sınıf kutbu yaratmak için sınıf mücadelesinin zaferi için çalışmaya çağırmaktadır...
loading
Comments 
loading
Download from Google Play
Download from App Store