Discover
Alternatif Hayatlar
Alternatif Hayatlar
Author: Alternatif Hayatlar
Subscribed: 1Played: 0Subscribe
Share
© Alternatif Hayatlar
Description
Her hikayenin gizem dolu yanları vardır. Bu podcast hesabında size, seçtiğimiz rastgele kelimeler ile yazılan (insan tarafından yazılan) alternatif olay örgüleri olan hikayeler sunacağız.
13 Episodes
Reverse
Gözlerimi açtığımda araba taşlı yollardan zorlana zorlana gidiyordu. Gözlerimi ufka diktiğimde kumsala yanaşmakta olduğumuzu gördüm. Denizi ve altın rengi kumları gördüğümde heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Uzunca zamandır bunun hayalini kuruyordum. Biraz olsun dinlenmek ve yüklerimi birer birer suyun derinliklerine doğru bırakmak harika olacaktı.Yavaş yavaş kıyıya doğru yaklaştık. Biz yaklaştıkça kalbim daha hızlı atmaya başladı. Derken kenara doğru yanaştık, hızımızı iyice kestik ve en sonunda durduk. Arabadaki kimseyi beklemeden kapıyı açtığım gibi koşmaya başladım. Önce terliklerim, sonra şortum, en sonunda da tişörtüm bedenimi terk etti. Artık tamamen özgür olduğumu hissedince kendimi suya bıraktım. Ayaklarımdan başlayan ıslaklık hissi tüm vücudumu sarıncaya kadar koştum. En sonunda kafamı suyun içine gömüp 5 saniyeliğine sessizliğin tadını çıkardım. Kim ne derse desin su dünyanın en rahatlatıcı maddesiydi.
Yıllardır görmediğim arkadaşımla buluşmuşçasına hoplayıp zıpladıktan sonra yorulduğumu fark edip sudan çıkmaya karar verdim. Kumsala doğru döndüğümde ise hiç kimsenin olmadığını fark ettim. Ne arabada benimle gelen ailem, ne gereksiz sesler çıkaran çocuklar, ne de instagram için bol bol fotoğraf çekinen insanlar vardı. Kafam karışık bir şekilde kumda yürümeye başladım.
Bir şeyler bulma ümidiyle etrafa bakınırken en köşede bulunan ufak bir vitamin bar dikkatimi çekti. Bara yaklaştıkça masanın üzerinde kocaman bir bardak gördüm. Üzerinde “Beni iç!” yazan bardağın içinde mavi renkli bir sıvı vardı. Denemekten bir şey kaybetmeyeceğime karar verdikten sonra bardağı dudaklarıma götürüp içeceği yudum yudum içmeye başladım. Önce tatlı gelen fakat daha sonra boğazımı yakan bu mavi içecek birkaç saniye sonra başımı döndürmeye başlamıştı. Kendime gelmek için önce kumların üzerine oturdum. Daha sonra da gücümü topladığıma inanıp yürümeye başladım. Olabildiğince büyük nefesler alarak havayı ciğerlerime doldurdum. Yaklaşık 10 dakika yürüdükten sonra gözüme beyaz bir şey ilişmeye başladı. Ne olduğunu çok idrak edemedim önce. Daha net görebilmek için koşar adımlarla beyaz şeye doğru yürümeye başladım. Yeterince yakınlaştığıma karar verince birkaç tahmin daha yürüttüm kafamdan. Ve en sonunda karşımda mini bir buzdolabı olduğunu anladım. Kablosu herhangi bir yere bağlı olmayan otel tipi bu küçük buzdolabı bir kumsalın tam ortasındaydı. Kapağını açınca içinde çikolatalar, çilekler ve daha birkaç güzel atıştırmalık olduğunu görüp sevindim. Ama içlerinde özellikle koca bir kase erik dikkatimi çekti. Üç parmak büyüklüğünde olan ve üzerinde “Beni ye!” yazan bir kart eriklerin tam üzerinde duruyordu. Bugün kaybedecek bir şeyi olmadığını anlayan ben, karttaki emre itaat ederek kaseyi önce dolaptan çıkardım ve içinden en büyük eriği alıp yemeye başladım. Beklediğimden daha ekşi olan erik, yüzümü ekşitmişti.
Elimde bir kase dolusu erikle yürürken serin esen rüzgar bedenimi iyice gevşetmişti. Nedense uzunca süre yürümeye devam ettim. Fakat sonra bir anda yürümek için hiçbir sebebimin olmadığına karar verdim. Ve en yakınımdaki şezlonga uzandım. Göbeğimde duran kasenin verdiği soğukluk daha da uykumu getirmişti. 1 saniyeliğine gözlerimi kapayınca kendimi boşluğa bırakmıştım sanki. Ama derin bir sarsıntı beni uykumdan uyandırmıştı. Gözlerimi açtığımda arabanın rahatsız koltuğunda buldum kendimi. Her şeyden bihaber ailem bir yandan sohbet edip bir yandan bir şeyler yiyorlardı. Hemen sağımda bulunan camdan dışarı baktığımda o kocaman mavi tabela gözüme çarpmıştı: “Kars”. Yazıyı okur okumaz hayal kırıklığı her bir zerreme yayılmıştı. Hatta “Keşke okumayı bilmeseydim” diye bile düşündüm bir anlığına. İşte benim gerçekliğim buydu. Ama Freud’a hak vermek lazım. Rüyalar gerçekten de arzularımızın bir yansıması sanırım.
Stüdyonun kapısında uzaklara daldım. Stüdyo dediysek bir oda, bilgisayar ve mikrofon. Sabah olsun da buraya gelip kayıt alanları dinleyeyim diye dua ederdim. Paramı biriktiriyorum çünkü ekipmanlar pahalı alamıyorum. Kayıt parası da yok. Yüzden fazla lirik var defterimde. Evde kimse yokken utanarak okuyorum hayatımı anlattığım basit lirikleri. İnternetten bulduğum bedava altyapılara okuyorum ve telefondan kayıt alıyorum. Geçen hafta biriyle tanıştım. En beğendiğim liriğin kaydını dinlettim. Benim telefonumu aldı ama hala aramadı.
Çok beğendiğini yüzündeki şaşkınlıktan anlamıştım. Hayatımın bu döneminde bazen haftada 2 lirik yazıyordum. Hip hop diyorlarmış ben rap diyorum buna. Rüyalar Anlatır Planlarımı albümümden yola çıkarak bu müzik türüne RAP dedim. Arkadaşlarım genellikle bana inanmayıp fikirlerimle dalga geçerlerdi. Onların yaptığı müzik özgün değildi. Düşük bel pantolon ve gözlükle etiketlenen bir müzikti. Bense duygularımı öylesine bir ahenkle anlatıyordum ki dinleyenler hem kendini şarkının içinde buluyordu hem de ritmine kapılıyordu.
Sonunda bir telefon geldi, kayıt stüdyosunda tanıştığım adam beni aradı ve bir demo çekmek istediğini söyledi. Bu konuşma sırasında kasada para ödeme sırasındaydım, aldıklarımı bıraktım ve koşmaya başladım. Koştum, koştum ve kumsala kadar. Lirikler ve ritimlerim içimde çalmaya başladı. O gece sabaha kadar denizde serbest RAP yaptım, bunu da ben buldum evet. Müzik açıp o an aklınıza gelen ve duygularınızı anlatan hikayelerin rapiydi ya da bir kelimeden hikaye üretiyordunuz örneğin erik. Rüyalar Anlatır Planlarımı! Ne mistik bir müzik türüydü bu. Milyonlarca insanın peşinden gideceği bir akımın ilk demosunu çekeceğimden habersiz uyuyakaldım sahilde. Sabah kırık bir bardağın üzerinde uyandım, kendime gelene kadar çıtır çıtır altımdaydı. Geç kalmıştım hemen kalkıp demo için hazırlanmam gerekiyordu.
Demo bittiğinde, kayıt stüdyosunda dinleyen herkesin elleri başında şaşkınca baktığını gördüm. Çıktım odadan, yürüdüm yapımcıya doğru ve herkes bana bakıyordu. Bu ne dedi bana, bu RAP dedim.
Şimdi doksan yaşındayım,
Siz beni tanımazsınız ama RAPin babasıyım,
Sadece yazdıklarımdan tanıyın,
Sahte gülüşlerimiz olur biz genelde kaybederiz.
Elya, gözlerini açtığında elleri kolları yatağına bağlanmış halde buldu kendini. Ne olduğunu anlamak için önce bedenini sıkıca sarmış kalın iplere, daha sonra da odaya göz atmaya başladı. Garip bir şeyler hissetti. Buraya ne zaman gelmişti? Nasıl yatağa bağlanmıştı? Bu oda neden bu kadar donuk ve cansız duruyordu? Kafasında bin bir türlü soru vardı. Fakat tek bildiği şey buradan kurtulması gerektiğiydi. Elleriyle etrafı olabildiğince yoklamaya başladı. Derken parmağının ucunda sivri bir şey hissetti. Ne olduğunu bulmak için çarşafın altını eşelemeye başladı. Sonunda küçük bir jilet parçasını eline alabilmişti. Ufak ve sakin hareketlerle elinde ipi kesmeye başladı. 2 dk sonra amacına ulaşmıştı. Ellerindeki ipi çözünce yatakta yavaşça doğruldu ve ayaklarındaki ipleri de kesmeye başladı. Birkaç dakika sonra özgürdü artık.
Yataktan kalktı ve odanın içinde dolanmaya başladı. Klozet kapağının üstündeki örgü sepeti, yerdeki halıları, kapının üstündeki “hoş geldin” yazısını, masadaki kitapları… Hepsini teker teker inceledi. Ama özellikle kitaplar dikkatini çekmişti. Hele bir tanesi vardı ki… Kırmızı ve siyah renkteki kapağında değişik değişik motifler yer alıyordu. Hatta bir motifi çadıra, birini de file benzettiğine emindi neredeyse. Kitabı eline alıp karıştırmaya başladı. İlk sayfada yazanları okuyunca tüyleri ürperdi: “yüksek çıksın sesin, sarsın her yeri nefesin, bu sözcükleri okuyan, farklı alemleri gezsin”.
Son kelimeyi okur okumaz tüm vücudunu bir titreme aldı.
Etrafında gördüğü her şey birbirine karışmaya başlamıştı. Öylesine bulanıklaşmıştı ki görüntüler, bir yerden sonra karıncalanan bir televizyonun içine düşmüştü adeta. Etrafında duyduğu ve kendisini de hareket etmeye zorlayan kuvvete zor bela karşı koyabiliyordu. Ayaklarını yere daha sağlam basmaya çalıştı. Artık buna dayanamayacağını düşünüp yere çömeldi, dizlerini karnına kadar çekti ve başını dizlerinin üzerine koydu. Uğultulu sesler birbirine karışmaya başlamıştı. Bir anda tüm sesler kesildi ve ortamı sessizlik bürüdü. Gözleri kapalı olmasına rağmen ışık huzmelerinin bedenine çarptığını hissedebiliyordu. En sonunda cesaretini topladı, başını kaldırdı ve gözlerini açtı. Gözlerini tüm kuvvetiyle yalayan ışık birkaç saniyeliğine canını acıtmıştı.
Fakat en sonunda alışmaya başladı. Gözleri bu yeni dünyaya alışınca etrafını incelemeye başladı. Dümdüz bir arazinin ortasındaydı. Yemyeşil çimler önünde serilmiş reverans yapıyordu. Bu yeşilliği bozan tek şey ise tam ortada duran kırmızı çadırdı. Çadır bir yerlerden tanıdık gelmişti. Ona doğru yürürken içini tarifi zor bir heyecan kaplamıştı. Çadırın önüne geldi, derin bir nefes aldı ve perdeyi kaldırıp içeri girdi. Buranın bir sirk olduğu aşikardı! Kocaman bir sahne, sahnenin ortasında bir fil ve eğitmeni, etrafı sarmış tribünler, heyecanla haykıran kalabalık bir seyirci topluluğu… Hemen kendine bir koltuk bulup oturdu ve gösteriyi izlemeye başladı. Sahibinin komutlarını takip eden fil oradan oraya hareket ediyor, bazen bir ayağını kaldırıyor, bazen de hortumuyla türlü numaralar yapıyordu. Bu gösteri seyirciyi eğlendiriyor olacak ki hep bir ağızdan anlamsız ama heyecan duyduklarını belirten sesler çıkarıyorlardı. Gösterinin büyüsüne kendini kaptıran Elya, saatlerce o koltukta oturmuştu sanki.
Zaman algısını iyiden iyiye yitirmişti ki sanki hipnotize olmuştu ve hiçbir şey düşünemiyordu. Zihninde tek bir düşünce tanesi bile yer almıyordu artık. O kadar boşalmıştı ki kafasının içi, neyi neden yaptığının farkında bile değildi. Bir anda ayağa kalktı Elya, sahneye doğru yürümeye başladı ve filin tam önünde durdu. Artık kalabalık fili değil de onu izliyordu. Kafasının içi hala bir teneke kadar boş olan Elya’nın gözüne yerdeki kılıç ilişti. Kılıcı eline alıp file doğru savurmaya başladı. İşin garip yanı fil bundan hiç de rahatsız değildi. Çok normal bir durummuş gibi o da hortumunu savurmaya başladı. Ve bir anda ikisi dövüşmeye başladılar. Kılıcını oradan oraya savuran Elya, fil karşısında çaresizce durmaya çalışıyordu. Ama artık bu saçma dövüşün bitmesi gerekiyordu. Son bir hareketle fil, Elya’yı hortumuyla kavradı. Hareket edemeyen ve hatta nefes bile alamayan Elya, çaresizce homurdandı. Nerede olduğunu ve ne yaptığını henüz algılayabilen Elya, filin hortumundan kurtulmaya ne kadar çalıştıysa da bir türlü beceremedi.
Fil artık bu durumdan sıkılmış olacak ki etrafında birkaç kez döndükten sonra yeteri kadar kuvveti topladığını düşündü ve Elya’yı havaya doğru savurdu. Filin hortumundan kurtulan Elya, kendini bir anda havda buldu. Hiç durmadan yükselmeye devam ediyordu. Hatta sirk çadırının tepesini yırtarak gökyüzüne doğru yükselmeye devam etti. Derken, bir anda yükselişi son buldu ve daha hızlı bir şekilde yere doğru düşmeye başladı. Tüm hayatta kalma iç güdüleriyle nasıl kurtulacağını düşünmeye çalışsa da artık sonun geldiğini biliyordu. Yeryüzüne ilk temasını yapmadan hemen önce aklında geçen tek şey şuydu: “Oyun bitti!”.
Kuvvetli ve tiz bir ses “Oyun bitti!” diye haykırırken Enes bir hışımla yüzüne sıkıca bağlanmış olan sanal gerçek gözlüğünü çıkardı. Bu aptal bilgisayar oyununun hep aynı yerinde yenilmekten çok sıkılmıştı artık. Günlerdir bu oyunu oynamasına rağmen hala istediği seviyeye ulaşamamıştı. Kahkahalarla gülen ve alaycı gözlerle ona bakan arkadaşlarına daha da sinir olmuştu. “Bir dahakine siz görürsünüz! Tekte alacağım tüm seviyeleri.” deyip hışımla odadan çıktı. Belki de bir sigara işini görecekti, tüm sinirini alacaktı. Sigarayı yaktı ve ağzına götürdü. Derin bir nefesi içine çekti. Bir anda etrafındaki tüm görüntüler yeniden birbirine karışmaya başlamıştı. Yoksa? Yeniden mi başlıyoruz?
Ben size rehber olarak gönderildim..., dedi. Derin bir sessizlik olmuştu ve artık birisinin bu sessizliği bozması gerekiyordu. Derin bir sessizliğin ardından, gözlük şöyle dedi: soru soralım.
Bütün gün başında bekleyip ondan daha fazla cümle duymak için beklediler. Korkuyla heyecanın birbirine karıştığı bir akşam olmuştu.
Artık dağılmaları gerekiyordu ve bunu asla istemiyorlardı. Herkes gelecek bir sonraki mesajı beklerken gözlerini bir dakika bile ayırmadan ona bakıyorlardı.
Fakat geçen süre sonunda vazgeçip dağıldılar. Bu dört arkadaşın hikayesi bin sene sonra bile hatırlanacaktı.
Bugün brezilyada hava çok güzel..., dedi. Hemen bu bilgiyi teyit etmeleri gerekiyordu. Heyecanla bunu nasıl teyit edeceklerini sorguladılar. Yaklaşık 12 saat sonra konuşmuştu rehberleri. Hemen brezilyalı arkadaşlarına posta yolladılar.
Yaklaşık 10 dakika sonra, haftasonu sirk kuruluyor, gitmeyin! dedi. Birbirlerine baktılar ve evet içlerinden bir tanesi sirk için bilet almıştı.
Yıl 3923, bu dört genç dünyanın yok olup yeniden kurulmasından sonra bir sabah odalarının ortasında bu küçük bilgisayarı buldular. Bilgisayarı çalıştırdıklarında bir ekran açıldı ve Uyanış! yazdı.
Yaklaşık 1 saat sonra da ilk mesaj ekranda belirdi. Evet, elektrik yok, internet yok! Yeni dünyada bütün düzen sıfırdan kurulurken kimsenin geçmiş hakkında bilgisi yok!
Fakat bu bilgisayar, geçmişsen geleceğe yollanan bir rehberdi... Yeni bir düzen kurulması için üstün teknolojiyle geliştirilmiş ve gelecekte olacaklar görülmüştü.
Bakalım 4 gencin hikayesinde bir sonraki perde de bizi neler bekliyor?
Seylokis, zeytin ağaçlarının arasında gezinirken bir kere daha ne kadar mutlu olduğunu hatırladı. Akdenizin öyle bir havası vardı ki, arabesk bir yaşam bu topraklarda asla barınamazdı. Derken dalların arasında bir şeyin kıpırdadığını duydu. Tüyleri hafifçe ürperten o yere biraz daha yaklaşınca üstü insan, belden aşağısı keçi bir yaratığın olduğunu gördü. Dehşet dolu gözlerle sessizce yaratığı seyretmeye başladı. Tekinsiz hissettiren bu macera aynı zamanda tarifsiz bir keyif de yaşatıyordu ona.
Yarısı keçi olan bu yaratığın bir şeyler mırıldandığını duydu. Duymasına duyuyordu ama bir türlü ne dediğini tam kavrayamıyordu. Sözleri anlamlandırmak için beynini daha da zorlarken bir anda yaratığın önünde bir kapı belirdi. Yaratık kapıya doğru birkaç adım atarak gözden kayboldu. Seylokis birkaç saniye daha bekledikten sonra kapının hala açık olduğunu görünce düşünmeden öne doğru atladı ve kapıdan içeri girdi.
Birkaç saniye içinde beyninden tonlarca düşünce geçmişti. Ne yapıyordu? Niye böyle saçma bir şey yapmıştı? Onu ne bekliyordu? Sessiz sedasız ölüp gidecek miydi yoksa?
Sadece birkaç saniye içinde beynin kemiren bu soruların altında ezilmek üzereydi ki kendini bir anda tekrardan ormanda buldu. Ne olduğunu anlamak için biraz yürüyünce bir tepeye vardı. Tepenin ardında gördükleri onu şok etmişti. Küçük evler, Pazar yerleri, kolezyumlar, beyaz kıyafetlere bürünmüş görece ilkel insanlar… Bu gördüklerinin tek bir anlamı olabilirdi: Her nasıl olduysa Antik Yunan dönemine gelmişti.
Geri gidip kapıya ulaşmak ve ait olduğu zamana dönmek istedi. Ama geldiği yere gidince artık ne bir kapı vardı ne de o keçi ayaklı yaratık. Başka çare yok diyerekten tepenin ardında gördüğü yere doğru yürümeye başladı. En sonunda şehir merkezine vardığında insanların arasından geçerek tüm sokakları dolaşmaya başladı. Kendini aşmış olmanın ve sınırlarını zorlamanın verdiği o tatlı keyif bünyesinde yabancı olduğu bir mutluluk hissini canlandırmıştı.
Bu mutluluğu hissettikçe daha da çok motive oldu ve tüm dükkanları dolaşmaya başladı. Birkaç baharatçı, kumaşçı ve dericiyi gezdikten sonra en sonunda aynalarla dolu bir dükkana girdi. Dükkanın en ucuna doğru sakin adımlarla yürüdü. En sonunda devasa bir aynanın önünde durup kendini izlemeye başladı. O kapıdan girmeden önceki haliyle şimdiki arasında anlaşılması zor bir fark vardı. Artık sanki bambaşka biri olmuştu. Daha cesur, daha atılgan, daha bilge, daha mutlu… Bu düşüncelerin içinde kendini yavaş yavaş kaybederken aynadaki yansımasına daha çok daldı. O kadar dalmıştı ki görüntüler birbirine geçmeye, silikleşmeye ve en sonunda kaybolmaya başladı. Gözünün önünü karanlık bürüdü ve en sonunda tok bir sesin şu sözlerini duydu: Artık uyanabilirsin.
Gözlerini beyaz renklerin hakim olduğu bir ofisin divanında açtı. Önce ne olduğunu anlamaya çalışır gibi ellerine baktı. Vücuduna dokundu ve kendi gerçekliğinden emin oldu. Sonra da yanı başındaki sakallı adama baktı. “Geçmiş olsun. Yine çok verimli bir seanstı. Her seferinde bilinçdışını bana daha da çok açıyorsun” dedi adam. Birkaç saniye daha olanlar üzerinde düşünen Sedef, en sonunda buraya geliş amacını hatırladı: Travması olan pek çok normal insan gibi geçmişinin yükünden kurtulmak için hipnoz seanslarına katılmaya karar vermişti. Az önce gördüğü düşle birlikte dördüncü seansını tamamlamıştı. Yavaşça yerinden kalktı. Cüzdanından parayı hızlıca çıkarıp psikoloğa uzattı. Psikoloğun “Haftaya tekrar görüşürüz.” sözlerine kayıtsız kalarak kapıdan çıktı. Bu akşam yatağında uzun uzun düşünebileceği bir anı geride bırakıp gerçek hayatına dönmek için yola koyuldu.
Terkedilmiş duygularımızın ıssız bir sokakta tek başına yürürken bu şehire çöken sisin verdiği iç ürperten gecesi. Söyleyecek kelime bulamıyorum. Bardaklar doluyor, dolular boşalıyor. Geçen hafta psikologa başladım. Sosyal hizmet veren bir yardım kuruluşundan. Benim hayatımın dörtte üçü kıskanarak geçti. Özlem mi demek daha doğru bilemedim. Asgari ücret alıyorum. Mezun olduktan sonra iş bulamadım. Herkes beni suçlarken, ben kendimi öldürüyordum. İçim içimi yedi, yedi ve sonunda kocaman bir boşluk kaldı. Sadece çalışan ve karnını doyuran bir et parçasıyım artık. Kapıların arkasında konuşulan onlarca yalan ve kapılar çarpılırken kırılan pencere camları. Penceremin camlarını kıralı uzun süre oldu. Parçaları dağıldı bütün içime.
Psikolog çok konuşkan biri değil. Genelde dinliyor. Bense tavanı izliyorum. İzledikçe daha da boşluğa batıyorum. Battıkça siliniyor anılarım. Okurken utana sıkıla yediğim zeytin ezmesi, içimde büyüttüğüm çocukluğum...
Pek umudu olmayan insanlar, genelde sessizleşir. Vazgeçmiştir artık anlatmaktan kendini. Geceleri uyumak için yatar, uyanmak için değil. Psikologum artık gelme dedi. Evimde ölmeyi bekleyecekmişim. Tedaviye yanıt vermeyen bir verem hastası gibi, evin içindeki sessizlik. Ben bu hayata geldim, işte gidiyorum. Yaşamak diyebilmek için yaşıyorum. Silinecek bütün anılarım ve toprak yutacak hemen. Beni tanıyan son kişi de unutunca, kaybolup gideceğim.
Bir çiçek açtı toprağımda,
Sessizce büyüdü, susuz ve güneşsiz,
Bir çocuk büyüdü,
Kırılan kalbiyle,
Issız sokaklarında şehrimin,
Bir çocuk öldü,
Umuduyla gömdük,
Bir çiçek açtı toprağında...
Kırmızı kerpiç bir evde doğmuştum. Evimiz günden güne zamana yenik düşüp yerin yarım metre altına gömülmüştü. Sekiz yaşında çekilmiş siyah beyaz fotoğrafımda herkesin yüzünde yaşayacaklarından habersiz bir gülümseme vardı. Mahallenin kahvesi evimize çok yakındı. Sandalyemin ayağını yaptırmak için 4 saat yürüdüğüm günü düşününce, kahvede gündelik meseleleri konuşmak için beş dakika yürümek keyif veriyordu. Sabahları taze sütümüz gelirdi valide hanımın kaynattığı sütün kokusuna uyanır sonra saatin kaç olduğunu tahmin etmeye çalışırdım. Yenilerde türeyen bir iş kolu vardı. İnşaat yapıp insanlara satmakla ilgili. Hemen hemen her köy evinde tartışmalar yükselirdi sebebi belli olan tartışmalar. Baba ocağını satıp kat karşılığı almak...
İç sıkıntılarım bu yazın ortasında başladı. Artık huzurumuz kalmamıştı. Vitamin takviyesine başlamıştım. Kimsenin para kazanmak hırsı yokken birden bire herkes zengin olmanın peşine düşmüştü. Adeta bir yarış başlamıştı. Artık kahvede konuşamıyorduk. Sanki günden güne ruhumuzun zenginliklerinin silinip kaybolduğunu izliyorduk. Eskiden olan eskide kalmıştı. Sıkıntılarımla baş başa kalmıştım. Yeni çağ diyorlardı adına da. Ben nedense ayak uyduramamıştım. Vücudum tedaviye yanıt vermiyordu. Hani herkesin içinde olan o yetmişlerde yaşamak hayalinin ucundan tutmuştum. O beni çektikçe ben daha da gömülüyordum. Buhranlarım rüyaları, rüyalarım da hayalleri takip ediyordu.
Bir Nisan sabahı büyük bir çığlıkla uyandım. Dışarıdan gelen bir yardım çağrısı gibi. Hafif yağmur atıyordu. Kalktım hemen fırladım tabii. Meraklı gözlerle evin meydanına bakıyordum. Kimse yoktu. Kafamı kaşıyarak yürüdüm acaba çığlık benim içimde miydi? Bu çığlıkları üç güne bir duymaya başlamıştım. Mahallede bir market açılacaktı. Herkes çok heycanlıydı. Üstelik köyün ilk ihalesiyle. Artık sütü istediğimiz vakit hazır alacakmışız. Market açıldı, sütçü dayının işleri kesildi. Sütçü dayı başka köye taşınmıştı. Artık sabahları uyandığımda pişmiş süt kokusunun yerini yokluk almıştı.
Sabahları erken uyanıp yürüyüşe çıkıyordum. Bir sabah yürürken derenin kenarında oturmuş birini gördüm. Uzaktan tanımaya çalıştım ama yok, olmadı. Yanına giderken onun beni farketmediğini gördüm. Adeta dalmış, uzaklarda kaybolmuştu. 2 metre kadar yaklaşında birden düşmeye başladım. Düşerken dünyanın kabuğu kırılmış ve bir tünel açılmıştı.
Tünelden düşerken sanki her bir karesi çizilmiş ve arka arkaya oynatılıp film yapılmış gibi, tünelin yüzeyinde yaşanan son yıllar vardı. Eskiye özlemimiz neden hiç bitmez? Uyan artık. Alış artık. Toparlan. Aniden irkildim ve rüyamdan uyandım. Tam odanın ortasında bir kaktüs duruyordu. Acaba hala rüyadamıydım? Kaktüs dikenlerini dökmeye başladı. Ani bir sarsılmayla kendimi iç sıkıntılarımın başladığı yazın ortasında bir sandalyede yerdeki karıncaları izlerken buldum...
Sabah plazanın kapısına geldiğimde duraksayıp etrafıma bakmaya başladım. İleri geri yürüyordum. Sanırım o kapıdan girmeyi hiç istemiyordum. Ama yetişkinler dünyasını bilirsiniz, isteyip istememek bir mesele olmamalı, sadece o şeyi yapmalısınız. Derken bir anda eşikten geçerken buldum kendimi. Artık en zor adımı atmıştım. Hızlıca asansörlere yürüdüm ve 25’e tıkladım. Zamanın durduğu bu kısa yolculuk nihayet bitmişti. Kapı açıldı ve kendimi ofiste buldum. Herkes bir koşturmaca halindeydi.
Şirketin tüm gerginliği o koridorlardan geçen insanların yüzünde yankılanıyordu. Daha fazla bu manzaraya şahit olmamak için koşar adımlarla büyük toplantı odasına girdim. Koltukların çoğu çoktan dolmuştu. Herkesin gözlerinde sinsi bir bakış vardı. En karizmatik halimi takınarak koltuğuma oturdum ve beklemeye başladım. Bugün bu masada büyük bir ihale yapılacaktı. İhale’nin asıl meselesi de kaktüstü. Evet, yanlış duymadınız, kaktüs! 4 ay sonra gerçekleşecek bir moda defilesinin süslemesinde kullanılacak kaktüsleri hangi firmanın sağlayacağı da büyük bir merak konusuydu. 30-40 yaşlarında 22 insanın bugün burada olmasının sebebi de buydu. Fakat hiçbirinin bizim karşımızda şansı olmadığını bilmiyorlardı. Bunun sebebi ise yıllardır herkesten sır gibi sakladığımız özel vitaminimizdi.
Yaklaşık 5 sene önceki Asya ziyaretimde bir şamanla tanışmıştım. Tibet’in dik yamaçlarındaki bir kulübede yaşayan bu şaman, 102 yaşında olmasına rağmen en fazla 40 gösteriyordu. Namı dilden dile dolaşan bu şamanla tanışmaya gittiğimde gözlerime inanamadım. Kısa süre içinde, içtiği sıvı bir vitaminin bu durumun sebebi olduğunu anladım ve bunu benimle paylaşmasını istedim. Kapitalist sistemden bihaber olan bu şaman bana seve seve yardım etti. Ben de Türkiye’ye geri dönünce hemen çalışmalara başlayıp bu vitamini çoğaltma işlemlerine giriştim. O sıralar bunu nasıl paraya dökebilirim diye düşünürken aklıma bitki işine girmek geldi. Çünkü bu vitamin canlı cansız her şeyi sihirli şekilde iyileştiriyor ve göz alıcı hale getiriyordu. Evet, kozmetik sektörünü de düşündüm. Ama tüm kadınlar çok genç ve güzel olsa dünya çekilmez bir yer olmaz mıydı? Bu kötülüğü yapamazdım.
Kısa süre içinde namımız duyuldu ve herkes bitkilerimizi konuşmaya başladı. Özellikle dillere destan kaktüslerimiz. İşte bugün de burada olmamın sebebi bu. Eğer bu ihaleyi de kaparsam artık sarsılmaz bir imparatorluğum olacaktı. Tüm dünyaya adımı duyuracak ve devler liginin başını çekecektim.
Düşünceler silsilesi içindeyken elinde bir şişe tutan keskin bakışlı, uzun boylu bir adam girdi içeri.
Gözlerini bana dikti ve “Bunu açıklamak ister misiniz?” dedi. Daha ne olduğunu anlamadan 2 siyahi ve 3 beyaz polis içeri girdi, yanıma geldi ve ellerini omuzlarımın üstüne koydu. Karşımdaki uzun boylu adam “Hanımefendi yasadışı bu maddeyi kullanarak ticarette kullanmaktan tutuklusunuz. Söylediğiniz her şey aleyhinize delil olarak kullanılacaktır.” Dedi ve yanımdaki polisler kollarımdan tutarak beni kaldırdılar. Şaşkın bakışlarla odadan çıktım. Koridorda yürürken neler yaşadığımı bir kere daha düşündüm. Sanırım kapitalizmi anlamayan o şaman değildi, bendim.
Evin kapısını açıp da dışarı baktığım anda gözüme ilk çarpan şey gökyüzündeki bulutlar oldu. Her biri farklı şekillerde olan bu bulutlar büyüleyici gözüküyordu. Zaten bulutlar bana her zaman mucizevi gelmiştir. Herkesin zihin birikimine göre ayrı ayrı şekiller alırlar ve bitmek tükenmek bilmeyen romantik konuşmalara konu olurlar. Doğaya hayranlığımı kendime bir kere daha kanıtladıktan sonra yavaş adımlarla sokağın başına doğru yürümeye başladım. Her zaman neşeli insanların nefes aldığı bu kasabanın her karışını bilmenin verdiği huzurla yoluma devam ediyordum. Derken daha önce gözüme hiç çarpmayan bir dükkan dikkatimi çekti. Önünde kocaman bir kurşun asker heykelinin olduğu bu dükkan çok ilgimi çekmişti. Gerçi bana yılbaşını hatırlatan her şeye karşı ayrı bir zaafım olduğunu da söylemem gerek. Kurşun asker de bunlardan biriydi.Dersin başlamasına daha yeterli zamanımın olduğunu düşünüp kendimi dükkanın içine attım. İnanılması zor ama her yerde biblolar vardı. Tüm raflarının biblolarla dolu olduğu bu dükkan tarifi imkansız duygular yaşatmıştı daha ilk anda. Toz ve küf kokusu burnumun içini kaşırken kendimi rafların arasına bıraktım. Her bir adımda bu biblolara daha çok aşık olmuştum. Çünkü akla hayale gelmeyecek şekildelerdi. Fakat satın almak için tam anlamıyla birine vurulmayı bekliyordum.Derken rafın sonunda en altta duran bir melek biblosu gözüme takıldı. Diğerlerinin aksine gerçek saçları olan bu melek figürü çok hoşuma gitmişti. Elime alıp biraz daha incelemeye başladım. Saçının üstündeki taşlı toka detayı onu daha bir güzel hale getirmişti. Tam kararımı vermiş elimde yeni biblomla kasaya doğru giderken ufak bir ses duydum. “Hey sen.” Ne olduğunu anlamayıp etrafıma bakarken “Evet evet sen!” diye bir ses daha duydum. En sonunda inanamayarak elimdeki bibloya baktım.
Gözlerini bana dikmiş bakarken korkudan neredeyse elimden düşürüyordum. “Dikkat etsene, şu an ölmek için o kadar yanlış bir gün ki.” dedi. “Bu nasıl olur?” diye sesli düşünürken biblo “maalesef hayat, senin atfettiğin olasılıkların çok ötesinde.” demekle yetindi. En sonunda kafamı toplayarak “Sen nesin böyle?” deyiverdim. O da “Yıllar yıllar önce sevdiğim bir adamın annesi tarafında bibloya dönüştürüldüm. Sevgilim beni hep meleğim diye sevdiği için bu çok ironikti aslında.
Aradan 20 yıl geçti ve ben oradan oraya savruldum. En sonunda da yolum bu antikacıya düştü. Kendimi dükkanın en uç kısmına aldırdım ki kimse beni satın almasın. Çünkü hala onun beni gelip alacağı günün hayaliyle yaşıyorum. Şimdi lütfen beni yerime koy. Bari bu umudu elimden alma. Bir yabancının evinde kenara konulmuş önemsiz bir biblo olmak istemiyorum. Burada en azından bir gün onu görme ihtimalim var.” dedi. Böyle acıklı bir hikaye duymayı o kadar beklemiyordum ki cevap dahi veremeden onu yerine koydum.
Kafam karışmış şekilde kendimi dükkandan dışarı attım. İyi insanlar, kötü insanlar, büyük aşklar ve acılar… Allak bullak olmuştum. Masalsı bir an yaşamanın verdiği garip bir hazla yoluma devam ettim. İstemsizce gökyüzüne baktım ve maviliklerin için bembeyaz, pofuduk bir meleğin bana baktığını gördüm. Bulutlar yine beni yanıltmamıştı.
Bütün düyanın seslerini çok net dinleyebiliyordu. Bu sabaha uyandığında yerlere saçılmış toka kutusu ve ahşapların üzerinde kurumuş şekerli kahve lekesi vardı. Geçen akşam onun için hayatının en uzun gecesiydi.
Geçen gece ne olduğunu da hatırlayamıyordu ve sanki unutmak için uyumuştu. Yazın ölen kedisinin biblosuna uzun uzun baktı. Kapının üzerindeki askılıkta okumadığı mektupların asılı olduğu bir poşet vardı.
Kafasındaki bulutları üfleye üfleye dağıtmaya çalıştı.
Odanın en ucundaki koltukta kahvaltısı duruyordu. Geçen günden kalma bir simit.
Kenara çöktü ve aklında tek bir düşünceyle düşünmeye başladı, düşünmekle kalmayıp hemen ayağa kalktı ve eline aldığı ilk pantolonu geçirip koşarak dışarı çıktı.
Dışarıda onu bekleyen 251 kişi meraklı gözlerle ona baktı.
Belki de onlarca 251 kişi bir umutla bir cevap bekliyordu.
Onun adı inanmaktı.
Yağmurlu birgün hava eksi 30 dereceydi. Kesik kesik gelen piyano sesinden rahatsız olacaktı ki homurdanıyordu. Mum ışığı odanın sadece pencere tarafını aydınlatıyordu. Yarın çıkacağı uzun deniz yolcuğulu öncesi, yazması gereken bir mektup vardı. Son kez gideceği italya sahilinde büyük bir sırrı ortaya çıkarması için son fırsattı. Ne parası kalmıştı artık ne de enerjisi. Herkesin yıllardır beklediği gerçeği artık öldürmek zorunda kalabilirdi. Neyse ki piyano sesi düzeldi, o da bunu fırsat bilerek kalemi eline aldı ve mektubu yazmaya başladı; Sevgili Palio ben yarın çok uzun bir yolculuğa çıkacağım. Yıllardır beklediğini biliyorum fakat sana yazmamdaki amaç beklediğine değeceğini bildirmektir. Senden geçen kış aldığım paltoyu askılığa bırakıyorum. Çok kızdın bana biliyorum ama bu yolculuk son olacak söz! Sana gelirken her zamanki italyan unundan getireceğim sözüm olsun. Dostun Franco. Sabahın ilk saatlerinde yola düşmüştü. Hava yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. En sevdiği botunu giymişti. Limana giderken aklında her zamankinden çok merak ve korku vardı. Her insanın hayatta yolda olduğu bir koy vardır. Franco son 30 senesini İtalya sahillerinde bir efsanenin peşinde koşmakla geçirmişti. İşin garibi bu sırrı kimseyle de paylaşmıyordu. 30 yıl be adam insan çatlar! Ama hayır bir kere bile olsun sırra yaklaşamamıştı ne mahalle ne dostları. - Kaptan artık Franco ile dost olmuştu, hey Fran yine mi sen? - Evet ya ben! Ama bu son. - Kaptan müzip bir tebessüm etti, O nedenmiş o? Yoksa sırrın da bu gemi gibi emekli mi oluyor? - Hayır, bu sefer çözüyorum da ondan kaptan! Franco İtalyadan dönmüştü. Sanki 10 yıl gençleşmişti. Her gören bunun sebebini sordu. O ise ölümünden 10 sene sonra bıraktığı mektupla cevap vermişti. Sevgili dostlarım, biliyorum son 30 yıl boyunca sırrımı merak ettiniz. Son yaptığım ziyarette onu buldum. Fakat onca senenin sonunda bir karar vermiştim. Anı yaşamak için İtalyada bıraktım onu. Anı yaşadım ve tükettim. Şimdi siz bu yazdıklarımı okurken ben yaşadığım anlar ile mutluyum. Zamanın içerisinde kaybolmayın, anın tadına varın FRANCO.
Odaya adım attığım anda benzersiz bir kokunun ciğerlerime dolduğunu hissettim. Salonu birkaç saniye incelemem sonrasında kokunun kaynağının annemin aldığı yeni mumlar olduğunu fark ettim. Romantizme bayılan bu kadın, hayatına hoş bir roma tiyatrosu havası vermeyi çok sever. Bu kokunun beni de etkileyip havaya soktuğunu itiraf etmem gerek. Aldığım anlık bir coşkuyla hemen mumun üzerinde durduğu masaya yaklaştım, sandalyeye oturdum, mavi renkli ve oldukça süslü olan dolma kalemi elime aldım. Sonrasında dokulu kağıda tenimi değdirip bir şeyler yazmaya başladım. Tam zihin akışımın beklenmedik akıbetine kendimi kaptırmıştım ki holden bir ses geldiğini duydum. Daha çok bir inlemeyi andıran bu sesi korkuyla karışık bir heyecanla takip etmeye karar verdim. Öğrenme aşkım hiç olmadık yerlerde ortaya çıkıp beni zor duruma sokuyordu. Bu da o anlardan biriydi. “umarım başıma bir şey gelmez” diye düşünürken kendimi holdeki askılığı incelerken buldum. Üst üste astığımız montlarla hunharca hırpaladığımız bu askılık, iskandinavyanın bağrından çıkıp bu topraklara gelmenin yarattığı pişmanlığı her bir serzenişinde derinlemesine hissettiriyordu. Evet belki bunu okuduğunuzda sızlanan bir askılık fikri kulağa ilginç ve ürkünç gelmiş olabilir. Ama hayatımda sızlanan o kadar çok kişi ve şey var ki beni 1 saniyeliğine bile şaşırtmamıştı bu durum. Kelime haznesi “ah uh”tan oluşan bu yavrucağı acısından kurtarmak için hemen birkaç montu alıp girişteki taburenin üstüne bıraktım. Ne de olsa çok acımasız bir insan değilim. Evimize geleli henüz birkaç gün olmuş ve özellikle kış mevsiminde içimde yoğun şekilde hissettiğim bu ceket sevdamdan haberdar değildi. Alışması uzun sürecekti. Sadece, 2 montu kaldırmanın kolay olduğunun ama kendisinin 10 montu bile taşıyacak kapasiteye sahip olduğunu idrak etmesi gerekiyordu. Güçlü olmak büyük sorumluluktur. Ona gereken bu zamanı vermeliyiz, değil mi?
Yağmurlu birgün hava eksi 30 dereceydi. Kesik kesik gelen piyano sesinden rahatsız olacaktı ki homurdanıyordu. Mum ışığı odanın sadece pencere tarafını aydınlatıyordu.
Yarın çıkacağı uzun deniz yolcuğulu öncesi, yazması gereken bir mektup vardı. Son kez gideceği italya sahilinde büyük bir sırrı ortaya çıkarması için son fırsattı.
Ne parası kalmıştı artık ne de enerjisi. Herkesin yıllardır beklediği gerçeği artık öldürmek zorunda kalabilirdi. Neyse ki piyano sesi düzeldi, o da bunu fırsat bilerek kalemi eline aldı ve mektubu yazmaya başladı;
Sevgili Palio ben yarın çok uzun bir yolculuğa çıkacağım. Yıllardır beklediğini biliyorum fakat sana yazmamdaki amaç beklediğine değeceğini bildirmektir.
Senden geçen kış aldığım paltoyu askılığa bırakıyorum. Çok kızdın bana biliyorum ama bu yolculuk son olacak söz!
Sana gelirken her zamanki italyan unundan getireceğim sözüm olsun.
Dostun Franco.
Sabahın ilk saatlerinde yola düşmüştü. Hava yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. En sevdiği botunu giymişti. Limana giderken aklında her zamankinden çok merak ve korku vardı.
Her insanın hayatta yolda olduğu bir koy vardır. Franco son 30 senesini İtalya sahillerinde bir efsanenin peşinde koşmakla geçirmişti. İşin garibi bu sırrı kimseyle de paylaşmıyordu.
30 yıl be adam insan çatlar! Ama hayır bir kere bile olsun sırra yaklaşamamıştı ne mahalle ne dostları.
- Kaptan artık Franco ile dost olmuştu, hey Fran yine mi sen?
- Evet ya ben! Ama bu son.
- Kaptan müzip bir tebessüm etti, O nedenmiş o? Yoksa sırrın da bu gemi gibi emekli mi oluyor?
- Hayır, bu sefer çözüyorum da ondan kaptan!
Franco İtalyadan dönmüştü. Sanki 10 yıl gençleşmişti. Her gören bunun sebebini sordu. O ise ölümünden 10 sene sonra bıraktığı mektupla cevap vermişti.
Sevgili dostlarım, biliyorum son 30 yıl boyunca sırrımı merak ettiniz.
Son yaptığım ziyarette onu buldum.
Fakat onca senenin sonunda bir karar vermiştim.
Anı yaşamak için İtalyada bıraktım onu.
Anı yaşadım ve tükettim.
Şimdi siz bu yazdıklarımı okurken ben yaşadığım anlar ile mutluyum.
Zamanın içerisinde kaybolmayın, anın tadına varın FRANCO.
---
Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/alternatif-hayatlar/message
















