Discover
Davetul İslam
1304 Episodes
Reverse
00:00:13 - Giriş
00:03:37 - 4 İlahi Kitap ve Suhuflar
00:04:06 - Kitap'ta ismi geçen ve geçmeyen Peygamberler
00:08:07 - Kitaplara İman, bütün ilahi kitapların şu anki haline inanmak mı?
00:08:41 - Tahrif Edilmiş, Muharref Kitaplar?
00:08:58 - Bugünkü Tevrat ve incile nasıl bakmalıyız?
00:15:30 - Kur'an-ı Baştan sonra okumamış bir insanın o kitaba iman ettiğini söylemesi bir anlam ifade eder mi?
00:16:29 - Kur'an Arapça olarak indirildi ama sadece Araplara indirilmedi!
00:23:31 - Kur'an'ın Arapçasını bol bol okuyup onunla amel etmeyen insanlar!
00:28:43 - Müslümanlara tavsiyeler.
00:31:12 - Çocuklarının eğtimi için özel öğretmen tutan anne babalar, çocukların dini için bu hassasiyeti göstermiyor!
00:33:31 - Kur'an-ı Okuyacağız!
00:33:58 - Peygamberimiz, sokaklarımızda gezseysi…
00:37:59 - Kur'an Meali ve Tefsir kitabı tavsiyeleri.
00:39:50 - Dua
#islam #tevhid #akaid
Ehli Sünnet akaidi Oynatma Listesi:
https://youtube.com/playlist?list=PLw_dec0EVOjqEMFoCzH9ryXXvAlY0iZhA&feature=shared
Soru: Nevruz ve Yılbaşı gibi Bayramları kutlamak caiz midir?
Cevap: Allah’a hamdolsun.
Kadı Han şöyle demiştir:
"Bir kimse, başka bir günde almadığı bir şeyi sadece Nevruz günü satın alır da onunla, kâfirlerin yücelttikleri ve tazim gösterdikleri gibi, bu günü yüceltmek ve ona tazim göstermek isterse, bu takdirde kâfir olur. Yok eğer yüceltmek ve ona tazim göstermek için değil de sadece eğlenmek için satın alırsa, bu takdirde kâfir olmaz. Eğer Nevruz günü bir insana bir şey hediye eder de bununla o günü yüceltmek ve ona tazim göstermek istemez, bunu sadece insanların bir geleneği olduğu için yaparsa, bu takdirde kâfir olmaz. Müslümanın, bu günden önce veya sonra yapmadığı bir şeyi, bu günde de yapmaması ve kâfirlere benzemekten kaçınması gerekir."
Mâliki âlimlerinden İbn-i Kâsim; "müslümanın, bir hristiyanın bayram gününde ona bir şey hediye etmesini çirkin görmüş ve bu davranışın, onun bayramını yücetmek, ona tazim göstermek ve onun küfrüne yardım etmek olarak görmüştür. Aynı şekilde bayramlarında kâfirlere benzemek câiz değildir. Onlara bu konuda benzeyen müslümana yardım edilmez, aksine böyle yapmasına engel olunur. Bu sebeple bir kimse, onların bayramlarında İslâm'a aykırı olarak bir dâvet yaparsa, onun bu dâvetine icâbet etmek gerekmez. Müslümanlardan bir kimse, diğer zamanlarda yapmış olduğu geleneğe aykırı olarak bu bayramda bir hediye verirse, özellikle de bu hediye, onlara benzemeye yardımcı olacak bir şey ise, onun hediyesi kabul edilmez. Tıpkı doğum günü partisinde mum ve benzeri şeylerin hediye edilmesi gibi.Bayramlarında kâfirlere benzeyen (müslümanların) cezâlandırılması gerekir."
Abdullah b. Cibrîn -Allah onu korusun- bu konuda şöyle demiştir:
"Hristiyanların yılbaşı bayramı ile (Mecusilerin) Nevruz ve Mihricân bayramları gibi bid'at olan bayramları kutlamak, câiz değildir.Aynı şekilde müslümanların, dînde sonradan çıkardıkları Rebiü'l-Evvel ayındaki Mevlid-i Nebevî ile Receb ayındaki Mirac Kandilini kutlamaları da câiz değildir. Hristiyanların (yılbaşı gecesi için) veyhut da müşriklerin kendi bayramları için hazırladıkları yemekten yemek câiz değildir. Bu bayramları kutlamak için yaptıkları dâvete icâbet etmek de câiz değildir.Çünkü onların dâvetine icâbet etmek, onları bu konuda teşvik etmek, onları cesâretlendirmek ve onların bu bid'atlarını kabul etmek demektir. Ayrıca bu davranış, halktan câhil kimselerin aldatılmalarına ve kâfirlerin bu hareket ve davranışlarında herhangi bir sakıncanın olmadığına inanmalarına sebep olur. Allah Teâlâ en iyi bilendir." (el-Lu'lu'ul-Mekîn Min Fetâvâ İbn-i Cibrîn; s: 27).
Sözün özü; müslümanların, Nevruz bayramını kutlamaları, kutlamak için yemek hazırlamak ve hediye vermek gibi şeylerle Nevruz bayramını tahsis etmeleri câiz değildir.
Allah Teâlâ en iyi bilendir.
Bid'at Nedir, Kandiller Bid'ât midir?
February 25, 2020 by Necati Koçkesen
Selâmün aleykum hocam. Bid’at meselesini biraz açabilir miyiz? Bidat: islâma sonradan sokulan şeylere diyorsak, sonradan sokulan şeylerin hepsi de mi bidat oluyor faydalı da olsa? Bu şekilde düşündüğümüz zaman islamın gelişme alanını sınırlandırmış olmuyor muyuz? Yani yeni ortaya çıkan meselelere veya yeniliklere nasıl çözüm getireceğiz?
Cevap: Aleykum selam. Bid'at, yenilik demektir. Başka bir ifâde ile Allah Rasûlünün zamanında yokken sonradan ortaya çıkan şeyler demektir. Bu bid'atın genel tarifidir. Bu manada kelime anlamı ile sonradan ortaya çıkan her şey bid'attır. Mesela Allah Rasûlü zamanında buzdolabı çamaşır makinası yoktu. Yenilik anlamında bunlar gibi şeyler de bid'attır. Ama bunlar dünyevî şeylerdir. Sapıklık anlamında bid'at değildirler.
Dinde bid’at ise; Allah Rasûlünün zamanında yokken sonradan uydurulan ve ibâdet kastıyla dine sokulan şey demektir. Çünkü ibâdeti Allah ve rasûlü belirler. Hiç kimsenin yeni ibâdet şekilleri belirleme yetkisi yoktur. Bu mânâda din tamamlanmıştır ve en güzel hâle getirilmiştir. Dine ibâdet kastıyla yeni şeyler sokanlar Mâide sûresinin 3. Âyetine ters düşmüş olur. Çünkü orada; “Artık dininizi tamamladım ve en mükemmel hâle getirdim” buyrulmaktadır. Bid’atçı yeni ibâdet şekilleri koyarken bu âyetle çatışmaktadır. Âdeta bu âyete karşı “hayır, din tamamlanmamıştır, dinde eksiklikler var. İşte ben bu koyduğum ibâdet şekli ile dindeki eksikliği gidereceğim” demektedir.
Bid’atın bid’at olabilmesi için sünnete aykırı bir şey getirmesi ve var olan bazı sünnetleri ortadan kaldırması şeklinde olur. Mesela şu anda Türkiye’de uygulanan cemaatle tesbihatta bulunmayı ele alalım. Allah Rasûlü zamanından 1600 yıllarına kadar imam selam verdikten sonra imam da cemaatte kendi kendine tesbihatta bulunuyorlardı. Çünkü sünnet böyleydi. Halbuki bunu cemaat hâlinde yapmak sünneti değiştirmektedir. İkinci olarak sünneti ortadan kaldırmaktadır. Şimdi misaller verelim. Meselâ; İmam selam verdikten sonra imam da cemaat de kendi içinden Allâhumme entesselâmuyu okuması gerekirken müezzin bunu açıktan yaparken cemaat susmakta ve söylemesi gereken sünneti yapmamaktadır. Dolayısı ile o sünneti işlemekten mahrum bırakılmaktadır. Yine Subhanallahi velhamdulillahi velâ ilâhe illallahu vallâhu ekber tesbihatını herkesin söylemesi sünnetken bunu müezzin yapıyor diğerleri ise susuyorlar ve bu sünneti de terk ediyorlar.
Bid’atın bir başka şekli, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin ve sahâbelerin yapma imkanları ve zamanları olduğu halde yapmadıkları şeyleri daha sonra bazı kimselerin ortaya koymaları ve yapmayı bir adet, dinin olmazsa olmazı haline getirmeleridir. İşte kandil kutlamaları bunlardandır. Allah Rasûlü mi’raca gitmiş, mi’racdan sonra 11,5 sene daha yaşamış ama mi’racın senei devriyesinde “gelin bu sene mi’raca çıktığımın sene-i devriyesidir, bu geceyi kutlayalım” dememiştir. Halbuki onlar bizden daha güzel Kur’an okuyorlardı. Şiiri, naatı da bizden iyi biliyorlardı. Üstelik onlar akşamdan sonra da çalışmıyorlardı.
Allah Rasûlü ve sahâbeler zamanında yapılma imkânı olduğu halde yapılmayan tüm şeyleri buna kıyas edebiliriz
Çünkü İslam’da geçmişle övünme, kibirlenme, gururlanma, kutlama yoktur. Oysa doğru dürüst namazını bile kılamayan, namazların farzlarını, sünnetlerini, âdâblarını bile bilemeyen bizler böyle şeyler kutlayarak şaklabanlıklar yapıyoruz.
Yeni ortaya çıkan meselelere hüküm vermeye gelince, bunun bid’atla bir ilgisi yoktur ve bu Kur’an’ın ve sünnetin emrettiği şeydir. Yeni çıkan bir meselede hüküm verilmesi gerekiyorsa bir müctehid önce Kur’an’a bakar, Kur’an’da o meseleye dâir bir hüküm varsa alır o hükmü o mesele için kullanır. Eğer açık bir hüküm yoksa o zaman bakar, o meseleye benzer bir olay var mı? Eğer varsa illet birliği olup olmamasına bakar. Eğer illet birliği varsa kıyas yolu ile o meselenin hükmünü bu meseleye de verir. Kur’an’da bulamazsa sünnete bakar. Sünnette varsa sünnetle hükmünü verir. Sünnette de yoksa sahâbenin sözlerine, fiillerine bakar. Eğer sahabeler bir şey demişse veya yapmışsa onlar da ona göre hareket eder.
Şunu unutmayalım, olaylar sınırlıdır fakat cevapsız değildir. Kur’an sünnet, icmâ, kıyas vb. gibi delillerle her meseleye mutlaka bir hüküm bulunur. Çünkü bâzı meselelere hüküm verilememesi demek İslâm’ın çâresiz kalması demektir ki bu câiz değildir. Bid’atları çıkaranlar ise müctehidler değildirler. Ya kişidir veya bir topluluktur veya sultandır. Halbuki bunların yeni bir şey ortaya koymaya, yeni ibâdet şekilleri belirlemeye hakları yoktur. Mesele daha uzun ama yerimiz müsâit değil. Zannediyorum anlaşılmıştır. Bid'at işleyenler şu hadisi de akıllarında bulundursunlar:
"Allah, bid`at sahibinin amelini, bid`atından vazgeçinceye kadar kabul etmez." (İbn Mâce, Mukaddime, 7/50).
Selam ve duâ ile.
00:02:56 - Giriş
00:03:16 - Cuma Ne Demektir?
00:03:30 - Cuma Namazının Hükmü
00:04:58 - Cuma Namazı Kimlere Farz?
00:05:20 - Cuma Namazı Nasıl ve Nerde Farz Kılındı?
00:05:20 - Cuma Namazı Allah Rasulu Mekke'de İken Mi Farz Kılındı?
00:08:44 - Cuma Namazının Medine'de farz kılındı diyenlerin delili çok kuvvetli. Mekke'de Farz kılındı Diyenler neyi delil gösteriyor?
00:09:01 - Cuma Namazı Mekke'de farz Kılındı ama Allah Rasulu ve sahabiler kılmaya imkan bulamadı diyenlere Medine'de farz kılındı diyenlerin delili?
00:10:20 - Bu videonun konusu Darul Harpte Yaşayan Müslümanların Cuma namazı konusudur. Türkiye'deki Camilerde Cuma Namazı Kılınır Mı videosunu daha önce çekip yayınladık. https://www.youtube.com/watch?v=eCL4dDAhkqo
00:12:59 - Darul harpte cuma kılınmaz, diyenler var. Acaba Öyle Mi?
00:13:41 - Ayrı bir video yapmıştık. Türkiye Darul Harp Midir? https://www.youtube.com/watch?v=8Ch19S4J-3s
00:15:13 - Türkiye'de müslümanlar güven içindedir diyenlerin düşünceleri.
00:17:09 - Ezanlar okunuyor, camiiler açık Türkiye Darul Harp olamaz diyenler neyi delil alıyorlar?
00:24:21 - Cuma Namazı güç ve devlet namazıdır, biz şu an güçlü değiliz o yüzden kılmıyoruz diyenlere ne denir?
00:25:48 - Bir şehirde her cemaat farklı yerlerde Cum'a kılarsa hepsinin namazı olur mu?
00:26:57 - İslami bir cemaat nasıl olur?
00:31:12 - Fıkıh kitaplarında yazan cumanın sıhhat şartlarının delili nedir?
00:34:41 - Kur'anda ve sünnette bir beldede tek bir camiide cuma kılınabilir görüşü nerden geliyor?
00:38:07 - Adil olsun olmasın, imanı sahih birinin arkasında cuma kılın!
00:38:17 - Sahabeler zalim olan Haccac'ın arkasında namaz kılmışlardır!
00:38:49 - Bazı insanlar Haccac'a kafir diyerek sahabeler de arkasında namaz kıldıkları için kafirin arkasında namaz kılınabilir, diyorlar.
00:40:54 - Maide Suresi 50. Ayeti ve Cengizhan.
00:46:02 - İmamların arkasında namaz kılınır mı?
00:51:16 - memuriyet yemini etmiş birinin tevbe etmesi yeter mi işi de bırakması gerekir mi?
00:52:56 - İmamların hakkı ketmetmesi
00:53:53 - Cuma kılabilecek yeri olmayan insanlar ne yapmalı?
00:54:37 - Kılınabilecek yeri olup kılmayanların durumu.
00:55:04 - Daru'l harpte aslolan küfürdür, diyenlerin durumu.
01:00:40 - Tanımadığımız kişilerin cenaze namazını kılmadan önce imanını araştırmalı mıyız?
01:01:31 - Kafirin cenaze namazı kılınmaz?
01:02:15 - Cuma ayetinde cuma namazına gelin ayetinde kadın erkek ayrımı yok. Kadınlara cuma namazı farz mıdır?
01:06:53 - Kadınlar için evinde kıldığı öğle namazı cuma namazı kılmaktan efdaldir.
01:08:56 - Sünnet düşmanları
01:10:31 - Kurandaki namaz tarifi!
01:14:31 - Müslümanlara tavsiyeler.
üslüman böyle şeyler yapmaz. Allah rasulü şöyle buyurdu: "Kim bir kavme benzerse o da ondandır." (Ebû Dâvûd, Ahmed Bin Hanbel)
Vatan Sevgisi İmandandır Sözü Hadis Midir?
hubbu'l-vatan mine'l-iman
Videonun Tam Hali İçin:
https://www.youtube.com/watch?v=8Ch19S4J-3s
Bir ülkenin dârul İslam kabul edilmesinde temel ölçü, idare ve icraatın İslami olması, yani ülkenin İslam esaslarına göre yönetilip İslam hukukunun tatbik edilmesidir. Buna göre dârul İslam, nüfusu ister müslüman ister gayrimüslim olsun, müslümanların hakimiyeti altında olan ve İslam hukukunun tatbik ve icra edildiği yasamanın, yürütmenin, yargının müslüman otoritenin elinde olduğu her ülkedir. Dârul harb ise, İslam’ın siyasi hakimiyetinin sınırları dışında kalan, idare ve hukuk nizamının İslami olmadığı her ülkedir. Bunda da temel ölçü, İslam hükümlerinin tatbik edilmemesidir.
İslam hukukçuları dârul İslam ve dârul harbe dair birçok tarifler yapmışlardır. O tariflerden bazıları şunlardır:
Debûsî şöyle demiştir: “Dârul İslam, müslümanların idare ve hakimiyetleri altındaki yerdir.” (Ahmet Özel, İslâm’da Ülke Kavramı, DAR’ul İslam-Dâr’ul Harb)
Dâr’ul İslâm’ın ve Dâr’ul Harb’in târifinde ihtilaf yoktur. Dâr’ul Harb’in Dâr’ul İslam’a hangi hallerde dönüşeceği husûsunda da ihtilaf yoktur. Zîrâ bütün âlimler derler ki: Dâr’ul Harb bir şartla Dâr’ul İslâm’a dönüşür, o da orada İslâmî hükümlerin uygulanmasıdır. Bir beldenin halkının tümü gayri müslim olsa bile eğer idârecileri Müslüman ve yönetim biçimleri de islâmî ise yani islam kanunlarına göre yönetiliyorsa orası bir Dâr’ul İslâm’dır. Nitekim Osmanlı Bulgaristanı, Romanya’yı, Yugoslavya’yı, Bosna Hersek’i, Macaristanı, Yunanistan’ı, Arnavutluğu ve daha bir çok yeri fethetmiştir. Bura halkının hepsi de Hristiyan olmalarına rağmen oradaki yöneticiler Müslüman oldukları ve islam kanunları ile yönettikleri için oralar birer Dâr’ul İslâm olarak kabul edilmiştir.
İhtilaf, Dâr’ul İslâm’ın ne zaman Dâr’ul Harb’e dönüşeği konusundadır.
Mâlik’i mezhebi, Hanbelî mezhebi ve Hanefî mezhebinden İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammede göre Dâr’ul İslam bir şartla Dâr’ul Harb’e dönüşür o da orada küfür kanunlarının uygulanmasıdır. Onlar bunu söylerlerken kıyas yaparlar ve derler ki; nasıl ki Dâr’ul Harb bir şartla Dâr’ul İslâm’a dönüşüyor o da orada İslam kanunlarının uygulanmasıdır, aynı şekilde Dâr’ul İslam da bir şartla Dâr’ul Harb’e dönüşür o da orada küfür kanunlarının uygulanması, islâmî kanunlarla hükmedilememesidir.
İmam Ebû Hanife ise bir Dâr’ul İslam’ın Dâr’ul Harb’e dönüşebilmesi için üç şart öne sürer.
1. Orada küfür kanunlarının uygulanması
2. O ülkenin kâfir bir devlete komşu olması
3. Orada bulunan Müslümanların Dâr’ul İslamken sahip oldukları emniyetlerinin kalmaması.
İmam Ebû Hanife’nin öne sürdüğü üç şarttan ilk ikisinin gerçekleştiği konusunda ihtilaf yok. Fakat üçüncü şart hakkında bazıları (özellikle günümüzdeki ilâhiyatçılar) derler ki, efendim, üçüncü şart henüz gerçekleşmemiştir. Müslümanlar namazlarını kılıyorlar, câmiler açık, ezanlar açıktan okunuyor, bayramlarını yaşayabiliyorlar.
Acebâ doğru mu? İmam-ı âzam’ın öne sürdüğü üçüncü şarta bakarsak, Türkiye gibi bir ülkede korku kimlerde, emniyet kimlerde, Emniyet kâfirlerde değil mi? Onlar istedikleri küfür kanunları ile yönetiliyorlar. İstediklerini söylüyorlar. Allah’a kitaba küfredebiliyorlar, islâmî değerlerle alay edebiliyorlar. Halbuki Müslümanların şeriatı ve halifeliği talep etmeleri yasaktır. İslâmî kanunlarla hükmedilmezler. Ceza hukuku, ticâret hukuku, evlenme ve boşanma hukuku, miras hukuku tamamen kafirlerin hükümlerine göre icrâ edilmektedir. Sünnetleri ve hadisleri inkar edenlere, Kur’an’ı tahrif etmek isteyenlere kimse bir şey demiyor ama birkaç âlim hakkı söylerse hemen haklarında soruşturmalar açılıyor. Bu da gösteriyor ki İmam Ebû Hanife’ye göre de üç şart gerçekleşmiş durumda ve Türkiye ve Türkiye gibi ülkeler Dâr’ul Harb olmuş durumdadırlar.
İmam Şâfî’nin ise acâib bir görüşü vardır. İmam Şâfî’ye göre, bir ülke Dâr’ul İslam olduktan sonra orada bir tek Müslüman kaldığı müddetçe orası Dâr’ul İslam olmaya devam eder. İster yöneticisi kâfir olsun, ister küfür kanunlaı ile yönetilsin. İmam Şâfiye göre bugün Romanya, Sırbistan gibi ülkeler bile Dâr’ul İslam’dır. Çünkü buralar bir zamanlar Dâr’ul İslâm’dı ve o zamandan beri az da olsa oralarda Müslümanlar yaşayagelmişlerdir.
Doğru görüş, Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ile Hanbelî ve Mâlikî mezheblerinin görüşleridir. O da eğer bir yerde küfür kanunları geçerli ve islam kanunları yürürlükten kaldırılmışsa orasının Dâr’ul Harb olacağı görüşüdür. Buna göre, içinde Müslümanların yaşadığı Türkiye ve benzeri ülkeler birer Dâr’ul Harb’dirler.
Bazıları bir ülkeye Dâr’ul Harb deyince oradaki halkın hepsinin de kâfir olduğunu söylediğimizi zannediyor. Halbuki bu doğru değildir. Nasıl ki bir ülkenin tüm halkı gayri müslim olmasına rağmen oradaki idâreciler Müslüman olduğu ve kanunları da islam kanunları olduğu zaman orası Dâr’ul İslam oluyor, aynı şekilde halkının hepsi Müslüman olmasına rağmen islam kanunları yürürlükten kaldırılmış da küfür kanunları hâkimiyetini devam ettiriyorsa orası da bir dâr’ul Harb olmuş olur. Meselenin özü budur.
Videonun Tam Hali İçin:
https://www.youtube.com/watch?v=8Ch19S4J-3s
Ölümlerinden sonra yapılacak duanın ebeveyne faydasını Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle dile getirir:
"İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak şu üç şeyle sevabı devam eder: Sadaka-ı câriye, insanların faydalanacağı bir ilim ve arkasından hayır dua eden bir evlât." (Buhârî, et-Edebü'l-Müfred, 19).
Ayrıca onlara karşı iyi, güzel olan her davranışta bulunmak, kötü, çirkin her hareketten de sakınmak, onlara karşı olan görevlerimizdendir.
Hayatta ve öldükten sonra ebeveynine karşı görevlerini yerine getiren, onları memnun edip hayır dualarını alan kimse, dünya ve ahiretin en büyük mutluluklarından birini kazanmış olur. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) böylelerinin bereketli uzun bir ömre sahip olacaklarını, ebeveynin kendileri için yapacakları duaların Allah tarafından mutlaka kabul edileceğini ve Cennet'i kazanacaklarını müjdelemektedir .
Hz. Peygamber (s.a.s.) çocukların ebeveynlerine karşı sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu şöyle dile getirmektedir:
"Çocuk, hiçbir iyilikle babanın hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını öder." (Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 6)
Üzerimizde bu kadar çok emek ve hakları olan anne ve babalarımızı sevmek ve onların sevgisini başka şeylerle değişmemek en önemli ahlakî görevlerimiz arasındadır. Bu görev, hayatta iken onlara karşı hürmet, şefkat ve merhamet göstermekle kendilerini hoşnut etmeye çalışmakla yerine getirilir. Gerçek anne-baba sevgisinin, "annemi, babamı seviyorum", demekten ibaret olmadığını, onlara karşı maddî-manevî her türlü görevin yerine getirilerek bu sevginin ispat edilebileceğini unutmamamız gerekir.
Büreyt'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte; adamın biri Kâbe'yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş, Resulullah'ın yanına gelerek:
"Hakkını ödedim mi?" diye sormuş. Resulallah buyurmuşlar ki:
"Hayır, sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil."
Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır.
Abdullah b. Mes'ud (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e sordu:
"Ya Resulullah, amellerin hangisi daha üstündür?" Resulullah:
"Vaktinde kılınan namaz." buyurdular.
Abdullah b. Mes'ud diyor ki tekrar sordum:
"Sonra hangisidir?"
"Anne-babaya iyiliktir." diye cevaplandırdılar.
"Sonra hangisidir?" dedim.
"Allah yolunda savaşmaktır." diye buyurdular. ((Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, Îmân 137-139.
Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51))
Hülâsa anneye ve babaya her türlü ikram ve ihsanda bulunmak, onların ihtiyacı olduğu takdirde bütün maddî ihtiyaçlarını gidermek, onlara "öf" bile dememek, onlara karşı daima tatlı dilli olmak, en güzel tavır ve davranışlarla karşılık verip en ufak bir şekilde onları üzmemek bıkkınlığı ifade edebilecek bir tavır takınmamak gerekir. Gönüllerini kıracak en küçük bir sözden bile kaçınmak, her hususta rızalarını kazanmağa çalışmak, onları kendisinden memnun etmek, yaşlandıklarında onların her türlü hizmetine koşmak, hastalık anlarında tedavî ve bakımlarını yaptırmak çocukların görevidir. Hasta veya yatalak hâllerinde onların hizmetlerinde bulunmak cennetin kapılarını aralayan bir davranıştır.
Üç Aylar Orucu diye bir oruç var mıdır?
Necati Koçkesen • February 27, 2020 at 21:44
Değerli kardeşim, İslâm'da üç aylar orucu diye bir oruç yok. Ne peygamberimiz ne de sahabeler üç ay peş peşe oruç tutmamışlardır. Kişi dilediği kadar oruç tutabilir namaz kılabilir ama şu gün, şu ay şu kadar oruç tutmak vardır diyemez. Bu bid'at olur. Nitekim,
Abdullah b. Amr (r.a)’dan rivâyete göre, şöyle demiştir:
Rasûlullah(s.a.v) şöyle buyurdu:
“Senin geceleri ibadet ettiğin, gündüzleri de hep oruç tuttuğun bana bildirildi doğru mu?” Ben de:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bunu sadece sevap kazanmak maksadıyla yapıyorum” dedim.
Rasûlullah (s.a.v)’de:
“Devamlı oruç tutan oruç tutmamış gibidir. Fakat sana ömür boyu ecir kazandıracak bir oruç modeli haber vereyim mi? “Her aydan üç gün oruç tutarsın.” Ben:
“Bundanfazlasına güç yetirebilirim” dedim.
“Öyleyse her aydan beş gün oruç tut”buyurdular.
“Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter” deyince:
“Öyleyse heraydan on gün tutarsın” buyurdular.
“Bundan daha fazlasına da gücüm yeter”deyince,
“Davud (a.s)’ın orucundan tut, O bir gün oruç tutar bir gün iftar ederdi” buyurdular. (Buhârî, Savm: 57;Müslim, Sıyam: 35)
Görüldüğü gibi Allah rasulü hiç kimseye peş peşe oruç tutmasını emretmemiştir
Bakara Suresi 278. Ayet - Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz.
Konuyla ilgili yazılı kaynak için:
https://docs.google.com/document/d/13WIcBfP-JyrqyU3uJhE0pZehFmeWiZmCm5n3IFAkyjI/edit?usp=sharing
Videonun Tam Hali İçin:
https://www.youtube.com/watch?v=8Ch19S4J-3s
KENDİMİZİ İSLÂM'A DEĞİL İSLÂM'I KENDİMİZE UYDURMAK
Gayri islâmî düzenlerde yaşayan müslümanlar ister istemez dejenere olmaktadırlar. Fakat bazıları dejenere olduklarının farkına bile varamamakta, ben değişmedim, değişmem iddiasını sürdürmektedir.
Küfür düzenlerinin eğitim sisteminden geçen, câhilî toplumun örf ve âdetleri içerisinde debelenen müslümanlar ister istemez içinde bulunduğu toplumun ahlâkıyla ahlaklanacak, onların kendisine yükledikleri kültür ve mantıkla meselelere bakacaklardır.
Kâfirler karşısında mağlup olmanın, onların esâreti altında bulunmanın sonucu olarak kâfirlere karşı aşağılık duygusuna kapılmakta ve bunun sonucu olarak da onlara özenmektedir. "Bizim onlardan aşağı neyimiz kalır" düşüncesi ile onların yaptıkları bir çok şeyi biraz format değiştirerek yapmaktalar ve fakat üzerine bir de İslam kılıfı giydirmektedirler. Mesela onlar müzikle uğraşıyorlarsa bunlar da islâmî müzik, ilâhî, tasavvuf müziği ismi altında müzikle uğraşmaktadırlar. Gelin görün ki yaptıkları müzik onların yaptıkları müzikten pek farklı değildir. Onlar resim yapıyorlarsa bizimkiler de resim yapıyor, onlar filim çeviriyorlarsa bizimkiler de filim çeviriyorlar.
Dün bankanın önünden geçmeyenler bugün bankaların daimi müşterisi olmuşlar, ev alırken, araba alırken, iş yeri kurarken bankalara koşup faizli krediler çekmektedirler. Ve bu, sanki faiz alıp vermek haram değilmiş gibi gâyet olağan hale gelmiştir. Bir müslüman kendilerini uyardığında ise, "mecbur kaldım", "artık bu düzende fâizsiz olmuyor", "elâlem ev - bark, araba sâhibi olurken benim de bir evim, benim de bir arabam olmasın mı?" savunmasını yapıyorlar.
Müslüman kadınların tesettürlerini ele alalım, İslam tesettürünü başörtüsüne indirgeyip başörtüsü dışında adı tesettür olan ama tesettürle uzaktan yakından ilgisi olmayan her türlü elbiseyi giyebilmektedirler. Başında başörtüsü olduğu halde kolları açık, başörtüsü taktığı halde tayt giyen müslüman(!) kadınlar ve kızlar görmek artık mümkün. Yakında başı örtülü ama göbeği açık müslüman(!) kızlar görürsek şaşırmayalım.
Müslümanların nişan ve düğünlerine bakalım, kâfirlerin veya sosyetenin düğünlerinden ne farkı var? Açık saçık kadınlarla erkeklerin karma karışık olduğu salon ve mekanlarda düğünler yapmaktalar, güya tesettürlü kadın ve kızlar salonun ortasında, erkeklerin şehvet dolu bakışları altında çifte telli oynamaktalar, halay sekmekteler, göbek atmaktadırlar. Düğün ve nişanlarda sanki her şey mübahmış gibi vur patlasın, çal oynasın havasında eğlenmektedirler. Sonra da dönüp hacılık hocalık taslamaktalar, namaz kılmaktadırlar.
Ticaret ahlâkımız kâfirlerin ticâret ahlâkından daha kötü durumdadır. "Gelsin de nereden gelirse gelsin", "köşeyi dön de nasıl dönersen dön", "üzümünü ye bağını sorma" terânesi almış başını gitmiş. Müslüman yediği zaman en iyisini yiyecek, giydiği zaman en iyisini giyecek, kullandığı zaman en iyisini kullanacak düşüncesi müslümanları çepeçevre kuşatmış durumdadır.
Siyâsette ise müslümanların durumu daha korkunç bir haldedir. Kendilerini tamâmen küfür sistemine odaklamışlar, ya o sistemin içinde yer alarak veya yer alanları destekleyerek tâgutî sistemleri ayakta tutmanın, güçlendirmenin savaşını veriyorlar. Her alanda Allah'a baş kaldıranları, Allah'ın hükümlerine savaş açarcasına bir çok küfür yasa ve kanun yapanları desteklemektedirler. Üstelik bunu da cihad şuuru ile yapmaktadırlar. Yâni küfre payanda olurlarken bir de cihad yaptıklarını sanmaktadırlar.
Daha bir çok şeyi sıralamak mümkün ama bu kadarı bile yeterli sanırım.
İşte hâlimiz, işte "neden böyleyiz"in cevabı.
Mal sahibi hayatında malını çocukları arasında dağıtabilir. Bu miras değildir. Miras öldükten sonra kalan mala denir. Kişi hayatında malını dağıtırken kızları ve erkekleri arasında eşit davranmalıdır. Bazı çocuklarına fazla verse bu da caizdir ama mekruhtur. Çünkü bu çocukları arasında düşmanlığı körükler. Fakat evlatlarından bazıları babalarına analarına bakmıyorlar da bazısı veya bir tanesi babasına anasına bakıyor, onlarla devamlı ilgileniyorsa o çocuğuna daha fazla verebilir. Fakat bir kimse ister hayatında mal dağıtsın ister çocukları babaları öldükten sonra mal paylaşsınlar, Allah'ın hükmünü kabul etmeyerek, adâletsiz bularak, çağa uygun olmadığını iddia ederk mal dağıtır veya mal paylaşırlarsa kafir olurlar.
aşağıdaki duâlar peygamber efendimiz tarafından tavsiye edilmişlerdir.
Amr b. Şuayb r.a.'dan: Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Biriniz uykudan korkarak uyanırsa şöyle desin: “Allah’ın gazabı ve azabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve bana yaklaşmalarından Allah’ın eksiksiz olan tam kelimelerine sığınırım.” Bu durumda hiçbir şey ona zarar vermez. Abdullah b. Amr, akıl baliğ olan çocuğuna bu duayı belletir. Okuyamayacak küçük çocuklar için bir kağıda yazıp onun boynuna asardı. (Tirmizi, Deavat 94 Hn: 3528 ve diğerleri. Tirmizî: Bu hadis hasen garibtir.)
Duânın Arapçası:
أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّاتِ مِنْ غَضَبِهِ وَعِقَابِهِ وَشَرِّ عِبَادِهِ وَمِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَنْ يَحْضُرُونِ
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
بِسْمِ اللّٰهِ الَّذ۪ي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
“Bismillâhillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil ardi ve lâ fissemâi ve hüves-semi’ul alim.' duasını sabah üç kere okuyana, akşama kadar; akşam okuyana da sabaha kadar hiç bela gelmez." (bk. İbn Mace, Dua; 11; Ebu Davud, Edeb, 102-103)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
اَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ
Euzü bikelimâtillahittammâti min şerri mâ haleka' / 'Bütün yaratıkların şerrinden Allah’ın kusursuz kelamlarına (ayetlerine yani Kuran'a) sığınırım.' duasını okuyana, o yerden kalkıncaya kadar, hiçbir şey zarar veremez." (Müslim, Zikir, 54-55)
"Hasbiyallahü ve ni’mel vekil, sözü her korku için bir emniyettir." (Deylemi, Firdevs, 2/214, hno: 2509)
Yine âyetel Kursî, ihlas, felak ve nâs sûreleri de okunabilir. Nitekim Hz. Âişe validemizden rivâyet edildiğine göre Allah Rasûlü muavvezeteyn (felak ve nâs) sûrelerini her yatağa girdiğinde üçer defa okur, her okuyuşunda ellerinin içine üfürür sonra da başından başlayarak elleri ile bütün vücudunu sıvazlardı. Müslümanlara düşen Allah Rasûlünün tavsiyelerine uymaktır bid’at ve hurâfe ehlinin uygulamalarına değil.























