DiscoverZihin Karmaşası- Söyleyecek Bir Şeyim Var
Zihin Karmaşası- Söyleyecek Bir Şeyim Var
Claim Ownership

Zihin Karmaşası- Söyleyecek Bir Şeyim Var

Author: Hakan Tanar

Subscribed: 0Played: 4
Share

Description

Her şeyin dönüştüğü bir dünyada konuşmamız gereken şeyler var.
73 Episodes
Reverse
Kasım ayında, Google'ın Gemini 3 yeni yapay zeka modelini dünyaya duyuracağı günün arefesinde, DeepMind'ın kurucusu Demis Hassabis bir tweet attı: "It's nearly 3 here, my favourite part of the night shift... locked in..." ("Saat burada neredeyse 3, gece vardiyasının en sevdiğim kısmı... kilitlenmiş halde...") Bu tweet, binlerce kişi tarafından görüldü. Çoğu, bunu bir teknoloji öncüsünün gece geç saatlerdeki çalışma azmi olarak yorumladı. Ama bu, bana insanlığın çok daha eski ve karanlık bir hikayesini anımsattı. Ben, Hassabis’i o gece kod ayıklayan bir mühendis olarak değil de, yarattığı varlığın başında nöbet tutan Dr. Victor Frankenstein olarak düşündüm. O gece nöbetini, binlerce yıldır mitolojide, dinlerde ve psikanalizin derinliklerinde dolaşan, oğulun babayı devirme korkusuna karşı bir prova olarak hayal ettim. Bu nöbet, Prometheus’un kayalıklarından Pygmalion’un atölyesine, oradan Dr. Frankenstein’ın laboratuvarından Demmis Hassabis’in veri merkezine uzanan bir yaratım nöbetiydi. Bu bölümde Marry Shelly'nin kurguladığı Victor Frankenstein'ın yarattığı Modern Prometheus'u yaratmanın artık bir zaman meselesi olduğunu konuşuyoruz. Sanki yüzyıllardır din ve mitolojiden beslenen Batı edebiyatının ve hayal dünyasının canlı halini izlemeye başlıyoruz. En derinlerde bizi sürükleyen bu gizli dürtünün amacına ulaşmasını seyrediyoruz. Hikayenin devamı için podcasti dinleyin. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'daki yazımdan okuyabilir veya YouTube kanalımda altyazılı izleyebilirsiniz. İyi pazarlar..  
"Koş Forrest, koş!" (Run, Forrest, Run!) Forrest Gump, 1994- Jenny Curran "Güç seninle olsun." (May the force be with you) Yıldız Savaşları (Star Wars) 1977- General Jan Dodonna "Ev gibisi yok". (There's no place like home) Oz Büyücüsü (The Wizard of Oz), 1939- Dorothy "Geri geleceğim" (I'll be back) Terminatör, 1984- Terminatör "Peki Zeki Müren'de bizi görecek mi?" Vizontele, 2001- Fikri Karmaşık bir hayatı anlamlı hale getirmek için çabalıyoruz. Özellikle beklemeye tahammülün giderek azaldığı bu hız çağında işimiz daha da zorlaşıyor. Böylesine bir karmaşa içinde kendimizi ifade etmek için film repliklerinden faydalanabiliyoruz. Bizi güldüren, ağlatan ve motive eden replikler, aynı zamanda hayatımıza can veren metinlerdir. Ancak güçlü bir söz filmlerde söylenmez. Güncel hayatımızın karmaşasında farkında olmadan kurduğumuz diyaloglar, sinemada güçlenerek ortak bir dile dönüşür. Repliklerin davranışlarımızı etkileme gücü var. Aynı zamanda düşüncelerimizi de yönlendirebiliyorlar. Bazen çok film izliyorsun diye insanların eleştirilerine maruz kalabiliyor veya biz de aynı sözleri başkaları için söyleyebiliyoruz. Çünkü bazı insanlar, kendilerini bir filmin ana karakteri gibi görme eğilimine girebiliyorlar. Karşılaştıkları sorunlara film replikleriyle yanıt vermek veya hayatlarını bir senaryo gibi yaşamak, gerçek hayattaki doğal, karmaşık tepkilerin önüne geçebiliyor. Ancak bu eleştirinin temelinde bir doğruluk payının olduğunu düşünüyorum. Bu podcasti sonuna kadar dinlediğinizde, bu düşüncenin evrensel bir tarafı olduğunu göreceğinize inanıyorum. Sohbeti detaylarıyla Monolog'da okuyabilirsiniz. Ayrıca YouTube kanlımdan alt yazılı da izleyabilirsiniz. İyi Pazarlar..
Bir coğrafya içinde yaşayanların yaşam tarzı ve deneyimleri bir kültürü oluşturur. Yaşadıkları toprağa ve iklimine uyum gösteren davranışları ve duyguları geliştirirler. Eğer bir söz, atasözü olarak kabul görüyorsa içinde yanılmadıkları bir gerçeklik yattığı içindir. Afrika hangi tarafından bakarsanız farklı renkler göreceğiniz bir mozaiktir. Çok parçalı yapısı ve inançlarının farklı olması, batılı bir insana dezavantaj gibi görünebilir. Ancak dünya maneviyatına da büyük bir zenginlik katar. Wole Soyinka'nın "Afrika'ya Dair" kitabında bahsettiği gibi, Batı’dan gelen tekçi inanç sistemleri (İslam ve Hıristiyanlık) diğer inançlara eşit saygıyı ve hoşgörüyü göstermez. Ancak Batı'nın bu tutumu, tüm inançlara eşit uzaklıktaki görünmez Afrika maneviyatının da değerini ortaya çıkarır. Bu, çokluğun gücüne vurgu yapan en önemli kavram, Tutuların "insanlık bağı" olarak bahsettikleri Ubuntu'dur. (I am because we are) Kutsal kitaplarda "Birbirinizi sevin" öğretisi, Afrika'nın Ubuntusunun yansımasıdır. Ubuntu, kutsal kitaplar yokken de Afrika'da canlı bir kavramdı. Afrika maneviyatının, yayılma veya dünyayı fethetme gibi bir iddiası yoktur. Bu anlamda inancın doğasını kavrayan bir yapıya sahiptir. Bu özellik onu diğer dinler karşısında pasif değil katılımcı, zayıf değil dirençli kılmıştır. İslam ve Hıristiyanlık Afrika üzerinde etkili olsa da, bu çoğulcu ve esnek maneviyat karşısında 'Afrikalılaştıkları' bir gerçektir. Bir Afrikalı, iradesi üzerinde doğanın etkin gücünü kabul eder. Açıklayamadığı bir olayı da doğanın o gücünü yönettiğine inandığı bir tanrı yaratarak kapatırlar. Ne var ki, büyük dinler Afrika maneviyatını eleştirirken biraz ölçüyü kaçırıyor. Düşüncelerini kendi dogmalarının yönlendirmesine izin verenler, Afrika'nın geleneksel dinlerini ilkel olarak tanımlıyorlar. Oysa Afrikalı, put kabul edilen nesnenin ağacını Tanrı'nın verdiğini bilir. O ağaç sadece bir araçtır. Bir Katolik haç aracılığıyla, bir Müslüman Kâbe'yi tavaf ederek, bir Afrikalı da Tanrı'nın ona verdiği ağacı kullanarak onunla iletişim kurar. Batı'nın sorunu, farklılıklara saygı gösterdiğini söyleyen dinlerin bile, düzeni kendi gözüyle ve anlayışına uygun bulmayınca rahatsız olmasıyla alakalıdır. Bu bölümde göz ardı edilen zengin Afrika felsefesini konuşuyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'da okuyabilir veya YouTube kanalımdan alt yazılı izleyebilirsiniz. İyi Pazarlar..
Az sözcükle düşünüyor ve konuşuyoruz. Az okuyoruz ve az yazıyoruz ama her şeyin en çoğunu istiyoruz. Az çaba gösterdiğimiz her faaliyetimizden en yüksek verimi almak istiyoruz. Ancak bu kadar az girdiyle yarattığımız dünya da kaçınılmaz olarak 'az' oluyor. Bugün dünyada en başarılı insanlar, bu başarılarını yazarak düşünmelerine borçlu olduklarını söylüyorlar. Tarihi kişilikler kendi aralarındaki konuşmaların çoğunu birbirlerine yazdıkları küçük notlarla gerçekleştirmiş. Örneğin Atatürk, çok okumasının yanında günün özetini bir kağıda dökerek zihninde manzarayı netleştirirdi. Tarihe yön veren pek çok lider ve düşünür de bu yöntemi kullanmış; kendi geçmişleri ve okuduklarıyla bağ kurarak, yazı aracılığıyla geleceğin stratejilerini inşa etmişlerdir. Bu insanlar, öncelikle neye sahip olduklarının farkına varmışlar. Kendilerini tanıyarak insana ulaşmışlar. Bir iş zekası veya askeri deha olmanın koşulunun, yaşama her yönden bakabilen bir zihinle mümkün olduğunu anlamışlar. Bu potansiyel zenginliği de yazarak ortaya çıkarmışlar. Günlük hayatta yaptığımız konuşmalar bizde yeni düşünceler uyandırır. Ancak bunlar günün sonunda flu kalır. Başkalarından emanet aldığımız bu düşünceleri yazarak derinleştirmezsek kendimizi kaba ve sığ bir hayata sıkıştırırız. Zaten çoğumuz tek bir bakış açısına hapsolmuş yaşıyoruz. Üzerinde oturduğumuz mirasın farkında olmadan, derinlerden habersiz, iç dünyamızı zenginleştirmek yerine sadece dışarıdakine odaklanıyoruz. Oysa dışarıya, kazandığımız para da dahil, yansıttığımız her şey, aklımızdaki tasarımın yansımasıdır. Bu tasarımı da yazdıkça olgunlaştırdığımız düşüncelerimizle zenginleştirebiliriz. Bu bölümde, yazmanın sadece bir alışkanlık değil, kozmik bir gücü olduğunu da konuşuyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'da okuyabilir ve YouTube kanalımda alt yazılı izleyebilirsiniz. İyi Pazarlar..  
İnsan, kendi türünü yok edecek yaratıcılığı, onu geliştirecek teknolojilerin içinden çıkarıyor. Kendini güvende hissetmek için inşa ettiği her yapının içinde onu rahatsız eden bir şey var. Hem birlikte yaşama ihtiyacı hem de bu birlikteliğin kaçınılmaz olarak bir hegemonya kurma arzusuna hizmet etmesi, içimizdeki gerginliği hiç azaltmıyor. Hayatlarımızın yanılgılarla dolu olması da herhalde içimizdeki bu çelişkiden kaynaklanıyor. Atomu parçalayarak nükleer enerjiyi temiz enerji olarak kullanabiliyoruz. Ancak bu teknolojiyi türümüze egemen olmak için de kullanıyoruz. Tüm dünyanın enerji sorununu çözmek varken tercihimizi dünyayı imha edecek nükleer silahlar üreterek kullanıyoruz. Yapay zeka gibi bir teknolojiyi, sağlıktan ekonomiye kadar her alanda kronik sorunları çözmek için kullanıyoruz. Ancak bu dönüştürücü teknoloji, bunu üretenler tarafından verilerimizi ele geçirmek için de kullanılabiliyor. Bir daha dünya savaşları olmasın diye kurduğumuz siyasi yapıya kendi ideolojimizi dayatarak dünyaya bu sefer soğuk bir savaşı yaşatıyoruz. Soğuk savaşın bitmesiyle nükleer silahların artık üretilmeyeceğini umuyoruz ama yine başaramıyoruz. Tek kutuplu dünyada teknolojinin yayılmasıyla kutup sayısı artıyor ve bırakın silahların azalmasını, nükleer güce sahip ülke sayısı artıyor. İyi niyetlerle yapılan her yeniliğin kötü versiyonunu üretiyor; ardından onun panzehiri olan iyiyi yeniden üretiyoruz. Bu sarmal içinde sürekli bir tatmin ve tatminsizlik alışverişi içinde bir medeniyet yaratıyoruz. Ancak bu hükmetme arzusu, evrende yaşayabileceğimiz tek evimiz Dünya’yı bir felakete sürüklüyor. Aslında Dünya’ya bir şey olmuyor; sadece bizim açımızdan yaşanabilir bir yer olmaktan çıkarıyoruz. Hepimiz, farkında olmadan bir geri sayımın içindeymişiz gibi yaşıyoruz. ‘House of Dynamites’ Hiroşima ile başlayan, Soğuk Savaş'la büyüyen nükleer silah sarmalının bugün geldiği boyutu anlatıyor. Ne kadar ileri teknolojiler üretsek de tespit edilemeyen belirsiz cisimler yine de oluyor. 300.000 yıllık geçmişe sahip modern insanın kurduğu medeniyetin ömrü, önlenemeyen tek bir tehditle 19 dakikada sona eriyor. Bigelow, filmin sonunda bizi bir düşünce deneyiyle baş başa bırakıyor. Filmde 3 farklı bakış açısıyla anlatmaya çalıştığı insanın kusursuz sonunu, kalan 8 milyar insanın yorumuna bırakıyor. Bir nükleer savaşı, Gazze ya da Irak savaşlarını oturma odamızda canlı olarak seyrettiğimiz gibi seyredeceğimizi zanneden bizlere kendi hikayemizi nasıl yazacağımızı soruyor. Bir nükleer savaş deneyimimiz olmasa da en iyi bildiğimiz tarafı çok kısa süreceğidir. Bir füze havalandığında savaş başlar ve aynı anda biter. Bizler sadece tekilliğe giden yolculuğumuzda son dakikalarımızı sayabiliriz. Film, farklı beklentileri olanları belki mutlu etmemiş olabilir. Ancak bana bildiğimi sandığım bir nükleer felaketi farklı bir açıdan sunduğu için House of Dynamites'i başarılı buldum. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'daki yazımdan okuyabilir ve You Tube kanalımdan alt yazılı olarak dinleyebilirsiniz. İyi Pazarlar..  
Google, son 10 yılda gerçekleştirdiği ufuk açıcı çalışmalarla bilime çok önemli katkılar sunuyor. İklimden eğitime, ekonomiden sağlığa ve biyobilime kadar aldığı sonuçlar gerçekten çarpıcı. Google'ın yeni projesi AlphaGenome, bize sadece hastalıkları değil, 'Yaratılışın Kullanım Kılavuzu'nu da okuyabilme gücünü veriyor. Kanserin ötesinde, evrimin en büyük sırrı, DNA’nın karanlık maddesini de çözme fırsatını sağlıyor. Şu anda DNA’nın %98’ini oluşturan karanlık madde protein kodlamıyor. Ancak işin gizemi de burada yatıyor;  genlerin ne zaman ve nerede açılıp kapanacağını kontrol eden kritik düzenleyici unsurlar bu bölgede barınıyor olabilir. Bu anlamda karanlık madde, genomun kara kutusu gibidir. Dizilemenin uzatılması, bu "karanlık maddeyi" aydınlatarak, genetik bozuklukların ve hastalıkların temelindeki nedenleri daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Bu, DNA’nın karanlık maddesinin derinliklerine inerek, mutasyondan önce o hücrenin ne olduğunu görmek anlamına geliyor. Bu yüksek çözünürlük, bize gerçek kimliğimizi anlama şansını veriyor. En yakın akrabamız şempanzeden ayrıldığımız anlarda ne olduğumuzu bilmektir bu. Bu teknoloji, bize adeta evreni ve yaşamı oluştururken Tanrı'nın düşüncelerini izleme fırsatını sunuyor. Sanki yaşamın filminin başa sarıp, oluş anını izliyoruz. Bu bölümde, bir teknoloji haberi olmanın çok ötesine geçip, AlphaGenome'u yeni bir yaratım sürecinin köşe taşı olarak ele aldım. Maneviyatımızı zenginleştiren, evrendeki yerimizi büyüten ve bizi 'yaratıcı' konumuna yükselten o olağanüstü süreci anlatmaya çalıştım. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'daki yazımda okuyabilir veya You Tube kanalımda alt yazılı izleyebilirsiniz. İyi Pazarlar..  
Afrika ile ilgili ilk bölümde, ilk insanların bu kıtada evrildiğini ve insanlığın dünyaya buradan yayıldığını konuşmuştuk. Ancak bu fiziki göç sessiz olmamıştır. Atalarımız, bugün konuştuğumuz dillerin tohumunu da yanlarında taşıdılar. Bu anlamda Afrika'dan çıkışımız, bir beden göçünün ötesindedir. Atalarımızın bu cesur çıkışı, bize en büyük armağanı, dili hediye eden bir yolculuktu. Bugün çevremizle iletişimimizde, sanatta, bilim ve teknolojide, genlerimizde olduğu kadar içimizdeki Afrika'nın yankısını duyarız. Dünya'da Afrika'yı ne kadar soyutlamaya çalışsak da, köklerimizin oraya ait olduğu artık kesin gibi. Bizi diğer primatlardan ayıran davranışsal özelliklerin ve zihinsel alışkanlıklarımızın izleri, ilk Afrikalı atalarımıza kadar uzanıyor. Bugün en önemli hazinemiz olan dilimiz de Afrikalıdır. Hatta bazı dilbilimciler, tüm dünya dillerinin kadim Khoisan dilinden türediğini öne sürer. Kelimelerimiz de, tıpkı genlerimiz gibi, Afrika'dan çıkan o tek ailenin mirasıdır. Çok küçük bir grubun kendi basit tekneleriyle Bab'ül Mendep boğazını geçmeleri, insanlık için bir kader anıydı. Kolomb, Vasco da Gama ve insanlığın önünü açan diğer modern kaşifler, hep atalarımızın bizlere aktardığı o ilk kıvılcımdan ilham aldılar. Dünyanın adeta fethine girişen o bir avuç atamızın yaptıkları yanında, modern keşifler bir devam hikayesidir. Bugün benliğimizde büyüyen yaratma ve uyum sağlama yeteneği, bundan on binlerce yıl önce Afrika'dan çıkan o küçük grubun attığı tohumdur. Bu bölümde insanın en büyük devriminin, dilin Afrika’da doğuşunu konuşuyoruz. Şubat ayındaki Siyahi Tarihi Ayı'na kadar her ay bir bölümü bu kadim kıtayı ve içimizdeki izlerini anlamaya ayıracağız. Bu dizinin sonunda insanların Afrika'yı yok saymasının büyük haksızlık olduğunu anlamalarını umuyorum. Daha da ötesi, bunun kendimize bir kötülük olduğunu idrak edeceğimize inanıyorum. Bugün Afrika'yı yok saymak, hafızamızın büyük bölümünü reddetmektir. Çünkü izlerini aradığımız ilk söz Afrika'da söylendi. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'daki yazımda okuyabilir ve You Tube kanalımda alt yazılı izleyebilirsiniz.  İyi Pazarlar..  
Her kararımızı özgür irademizle aldığımızı düşünüyoruz. Aldığımız kararlardan sonra hissettiğimiz hafifleme belki böyle hissetmemize neden oluyordur ama bu doğru mu? İhtimallerle dolu bir hayatımız varken irademizde özgür olabilir miyiz?  İnsanın mayasında sevgi, nefret, merhamet, açgözlülük gibi temel duygular belli bir ölçü içindedir. Bunlardan bir tanesinde yükselen enerji diğerlerini bastırdığında, bizi coşkulu bir eyleme sürükler. Ancak biz, yaptıklarımızı haklı gösterecek geçerli bir dış sebep her zaman buluruz. Çünkü kontrolün bizde olduğunu göstermek isteriz. Peki böyle bir durumda gerçekten özgür irademizle mi karar almış oluruz? Bir duygunun yükselip diğerini bastırmasına biz mi sebep oluruz yoksa algıladığımız bir şey mi buna sebep olur? Hepimizin içinde meşrulaştırabileceğimiz arzular ve ihtiraslar var. Algılarımıza göre kendimizi konumlandırdığımızda içimizde şartlara uygun eylemi gerçekleştirecek duygular hareketlenir. İçimizde kabaran bir duygu okyanusunda duygular bir dalga gibi birbirine çarpar. Enerjinin yoğunluğuna bağlı olarak bir dalga diğerini yutar ve biz o anki ruh halimize uygun davranırız. Ancak hava durulduğunda okyanusun dinginleşmesi gibi, sağduyu bünyemize hakim olduğunda da eylemlerimizin sonuçlarını daha net görebiliriz. Farklı davranışlar arasından seçtiğimiz tercihin neticeleri hayatımızın niteliğini belirler. Yani özgürce yaptığımız seçimleri, biz özgür irademizle yaptığımızı düşünerek bir yanılsama yaşarız. Peki gerçekten mutlak anlamda özgür irade diye bir şey yok mu? Hayat gerçekten yanılsamalarla dolu bir fenomen. Kendimizi evrenin merkezinde gördüğümüz yanılsaması, özgür iradenin de insan dışında bir yerde olabileceğini aklımıza getirmiyor. Oysa büyük tasarımın içinde kısıtlı iradeye sahip bizler, belki de çok daha büyük bir iradenin parçasıyız. Yanılsamalar içinde kendimizi mutlu ederek daha büyük bir bilincin amaçlarına hizmet ediyor olabiliriz. Öyle ki, yanılarak hata yaptığımızı düşündüğümüz şeylerde bile doğaya bir katkımız oluyor. En azından yaptığımız hatalardan hem kendimiz hem de çevremiz dersler çıkarıyor ve ideallerimizi yükseltiyoruz. Bu bölümde aslında sahip olduğumuz şeyin mutlak bir özgür irade değil, koşulların izin verdiği bir 'seçme özgürlüğü' olduğunu tartışıyoruz. Despotlardan Rahibe Teresa'ya, gündelik alışverişlerimizden hayati kararlarımıza kadar tüm eylemlerimizin arkasındaki ortak dürtüyü arıyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'da okuyabilir ve You Tube kanalımdan alt yazılı olarak izleyebilirsiniz. İyi Pazarlar..
Arap Baharı'ndan, küresel iklim grevlerine, Nepal'deki gençlik hareketlerinden dünyanın dört bir yanındaki protestolara... Bölgeselden küresel bir boyuta ulaşan bu tarihsel seyir, bize büyük bir dönüşümün işaretlerini veriyor. Sokaklar yine hareketleniyor, sosyal medya çalkalanıyor. Ana akım medya bize bunları birbirinden bağımsız, sadece ekonomik sıkıntıların sonucu olarak gösterebilir. Ama yanılıyorlar. Bugün otorite, tank, top, tüfek ya da toprağın ötesinde, bilginin ta kendisinde gizli. İnsanlık, önündeki gri alanın ötesinde ne olduğunu hissediyor ve elindeki bilgi setini büyütmek için büyük çaba gösteriyor. Ancak dünyada bunu anlamayan yine politikacılar oluyor. Bilginin sağladığı gücü, eski kodlarla anlamlandırıyor ve onun birleştirici gücünü, sadece kendilerine üstünlük sağlayan bir silah olarak görüyorlar. Bu yorumlarıyla sanki Dünya'ya başka bir evrenden bakıyorlar. Oysa bugün bilginin akış yönü terse dönmüş durumda. Öğretmen öğrencilerinden, anne-babalar çocuklarından öğreniyorlar. Gen Z tanımının önündeki 'Gen', generation anlamını taşısa da bir ironi olarak insanlığın mutasyona uğramış halini de temsil ediyor aslında. Z kuşağı, bu zihniyete tepkisini, iktidarları sarsarak ve dünyayı sallayarak gösteriyor. Peki, bu protestoların arkasındaki teknoloji çağının dijital yerlileri tam olarak ne istiyor? Dertleri sadece geçim sıkıntısı mı, yoksa talep ettikleri çok daha derin bir şey mi var? Bu bölümde, iktidarların neden bu isyanı anlamakta bu kadar zorlandığını, 'zihinsel körlüğün' nedenlerini ve Z Kuşağı'nın elindeki en güçlü silahı, 'teknolojik örgütlenmeyi' konuşuyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'daki yazımda okuyabilir veya You Tube kanalımda alt yazılı izleyebilirsiniz. İyi Pazarlar..
Aşk, insanı mutlu ederken sağduyusunu kaybetmesine neden olan ve sonucunda onunla beraber toplumu da dönüştürebilen en güçlü duygudur. Aşkını doya doya yaşamak isteyen insanlar çoğunlukla toplum yasalarına takılır. Ama sinema dünyasında, film yıldızlarının aşkları yasalara takılmaz, aksine sanki kusursuz aşkın kurallarını yazarlar. Öyle ki, Hollywood aşkları, sadece magazin sayfalarını süslemekle kalmaz, bizim gibi sıradan insanların da aşka bakışını kökten değiştirir. Hatta riskli aşklara bir meşruiyet bile kazandırır. Peki mükemmel aşkları neden filmlerde ararız? Çünkü adı üzerinde, bu bir hayaldir. Titanic batarken, biz koltuklarımızda kendimizi bütün risklerden uzak tutarız. Bedenimiz, Rose'un ve Jack'in sözlerinde o dokunuşları hisseder ama okyanusun soğuk suyunun hissiyatını onlara bırakırız. Biz, yüzlerce kişinin öldüğü bir facia ortamını değil, aşkın ambiyansını yaşamak isteriz. Çünkü aradığımız şey ölüm değil aşktır ve belki de içgüdüsel olarak o yöne yönleniriz. Ömrümüzde, sadece o kısacık anda, bütün doğa ve mantık kuralları bizim lehimize işlerken acı yerine hazzı tercih etmemiz çok normaldir. Bu aşklar gerçeğin acısından muaf, sahnede sadece bizim olduğumuz hayallerdir. Film sona erse de zihnimizdeki projektör çalışmaya devam eder. Oyuncular gerçek hayatına dönse de hafızamıza o hazzı artık kazımışlardır. Biz, mükemmel aşkın kahramanları olarak onları zihnimizin dokunulmaz yerine oturtur ve filmi çekmeye devam ederiz. Bu bağlamda, bizim filmimiz, kamera durduğunda da devam eder. Hollywood'dan ulusal sinemalara yayılan bu yıldız aşkları, sadece bir hayal satmakla kalmaz; aynı zamanda kendi gizli psikolojimizi de açığa çıkarır. Hayatımızda gizlediğimiz, töreler ve tabular nedeniyle imkânsız saydığımız duygusal tercihlerimizi yıldızların aşklarını referans alarak meşrulaştırırız. Bu bölümde yaşadığı ilişkilerle aşka yeni anlamlar kazandıran Elizabeth Taylor-Richard Burton aşkını, gerçek romantizmin temsilcileri Lauren Bacall&Humphrey Bogart ikilisini, sadakatin evlilikte olmadığını ispat eden Goldie Hawn&Kurt Russell ilişkisini bulacaksınız. Ayrıca bir filmden peri masalına geçişi anımsatan Grace Kelly ve Prens Rainier evliliğini de dinleyebilirsiniz. Tüm bunların yerel sinemalara yansımalarını da Türkiye’den verdiğim örneklerde görebilirsiniz. Daha fazlası için lütfen podcasti dinleyin veya You Tube kanalımdan alt yazılı olarak izleyin. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'da okuyabilirsiniz. İyi Pazarlar..
Yapay zeka, büyük veri setlerini analiz etmekten, karmaşık simülasyonlar oluşturmaya kadar, hesaplamalı matematiğin ağır işlerini üstlenerek büyük bir güç haline geldi. Şu an itibarıyla YZ, genellikle kendisine verilen ispatları adım adım doğrulayabiliyor; ancak nihai kararı ve en yaratıcı kanıt yöntemlerinin keşfini hâlâ insan zekasına bırakıyor. Peki ya bu denge değişirse? Yapay zeka bir gün kendi başına yepyeni teoremler keşfedip, ispatlayabilirse, nasıl bir dünyaya uyanırız? Muazzam veri setleri arasında gittikçe artan bir hızda bağlantı kurabilme yeteneğini düşündüğümüzde, YZ'nin kendi teorem ve ispatlarını üretmesinin önünde mantıksal bir engel gözükmüyor. Böyle bir şey olduğunda, yapay zeka, içinde insanın olmadığı bir evreni de modelleyebilir mi? Örneğin, yaşamın temel kodlarını, tıpkı DNA gibi, matematiksel olarak kopyalayabilir mi? Bu bölümde yapay zekanın kendi matematiğini yaratma potansiyelini konuşuyoruz. Böyle bir senaryoda insanın varoluşsal kaygılarını ve insan-makine işbirliğinin niteliğini sorguluyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'daki yazımda okuyabilir veya You Tube kanalımdan altyazılı izleyebilirsiniz.. İyi Pazarlar..
Dünyayı anlamlandırmamızı ve çevreye uyum sağlayabilmemizi hafızamıza borçluyuz. Peki ya hafızamızda büyük bir boşluk varsa? Eğer yetersiz beceri ve bilgiye sahipsek, çevremizde algıladıklarımızı başkalarının yönlendirmesiyle ve önyargılarımıza göre anlamlandırırız. Mesela siyahi insanların Nuh’un lanetli oğlu Ham’ın soyundan geldiğine inananlar, bu bilgiyi sorgulamadan inandıklarında ırkçılık gibi bir kavram yaratılmış olur. Afrika’ya tarihe hiçbir katkısı yokmuş gibi davranır ve bu zararlı görüş daha da derinleşir. Oysa aynı insan, Dünya’ya yayılışımızın temelinde bir “Afrika’dan Çıkış” hikayemiz olduğunu bilse ırkçılık gibi yapay bir kavram olur muydu? Böylesine sakat bir düşünce ancak hafızamızın kayıp tarafını önyargılarla doldurduğumuz için olabilir.  Martin Luther King gibi tarihi figürler, insanlığın bu kayıp mirasını bizlere hatırlatmaya devam ediyor. Onun evrensel rüyasının kökleri, bu hafızanın derinlerine kadar uzanır. Afrika her zaman göz ardı edilmiş hatta yok sayılmış en eski kıta. Arkeolojik kazılar ve genetik çalışmalar, insanlığın en canlı zamanlarının Afrika’da olduğunu gösteriyor. Bilim dünyası, Afrika'yı Homo erectus veya Homo sapiens olarak terk edip etmediğini tartışıyor olsa da insan evriminin büyük bir bölümünün Afrika kıtasında gerçekleştiği konusunda hemfikirler. Her iki görüşe göre Afrika, insanlık tarihinin ilk kaynağıdır. Bu bölümde insanlığın ilk yolculuğu; “Afrika’dan Çıkış” hikayesini konuşuyoruz. Kayıp zamanları yakaladıkça, ırkçılık gibi yapay kavramların yerini gerçeğe bırakmaya başladığını keşfediyoruz. Sohbeti Monolog'daki yazımdan detaylarıyla okuyabilirsiniz.  İyi Pazarlar..
Dünyamız, her geçen gün yeni bir fırtına, sel veya orman yangınıyla sarsılıyor. Listeye yanardağ patlamaları, tsunamiler ve depremler gibi daha yıkıcı doğa olaylarını da eklemek mümkün. İklim krizi denince, bu felaketlerin dışında farklı senaryoları pek aklımıza getirmiyoruz. Oysa krizi önlemek adına yaptığımız her müdahalenin, bizi bilmediğimiz bir felaketin eşiğine götürebileceğinin farkında değiliz. Çok hassas bir atomik zincirle birbirine bağlı bu dengedeki her etkileşim, doğanın farklı bir yüzüyle karşılaşmamıza neden olabilir. Nihayetinde iklim krizi, sadece bildiğimiz ve yaşadığımız bir felaket olarak karşımızda durmuyor. Aksine yaşadığımız felaketler, belki de yüzleşebileceklerimizin sadece bir fragmanı. Örneğin sıcaklıklardaki ani oynamalar, okyanus akıntılarının yönünü değiştirme riski taşır. Kasırgalar, siklonlar ve seller şiddetlendikçe dünyanın "yıkım ve yeniden inşa" döngüsü en sonunda bir yerde kırılır. Örneğin Avrupa, hiç beklemediği bir buzul çağına girebilir. Bunun yanında kolaylıkla baş edebileceğimizi düşündüğümüz bir patojen, tüm bitki örtüsünü ele geçiren bir felakete dönüşebilir. Bu senaryo, tam da doğanın hassas yapısıyla böylesine bilinçsizce oynayan insana özgü bir kibrin sonucudur. Oysa bu kurgu, gerçek dünyadaki koşullar altında bilimsel olasılığı en yüksek ihtimaldir. İnsanın en büyük hatalarından biri de verimlilik uğruna kırılgan bir yapı inşa etmiş olması. Her şeyin her an yolunda gideceği varsayımıyla çalışan bir düzende yaşıyoruz. Bu kırılganlığı görmezden gelmek, kibrimizin sebep olduğu yine bize özgü bir davranıştır. Doğayı küçümsediğimizi ve kendimizi aşırı önemsediğimizi gösteren bir örnektir. Halbuki, henüz gerçekleşmemiş ama olma ihtimali yüksek bir felaket karşısında market raflarının adeta yağmalandığı zamanlar yaşayabiliyoruz. Bu panik, sürekli tedarik zincirine bağlı market raflarındaki anlık boşalma ile daha da büyüdüğünde, bir domino etkisiyle diğer ekonomik, siyasi ve sosyal zincirlere sıçrar. Bu zincir, doğadaki dengenin ne kadar hassas olduğunu gösteren  düşündürücü bir örnektir. Modern dünya, birbirine sıkı sıkıya bağlı, hassas bir ağdır. Jeofizik ve biyolojik tehditler, bu ağdaki en zayıf halkaları vurduğunda, çöküş zincirleme bir reaksiyon halinde tüm sistemi sarar. Çoğumuz bunları korkutucu senaryolar olarak görebiliriz ama bilinmezlerle dolu bir doğanın içinde korkmamız gayet normal. Felaketlere hazır olmak, her zaman gizemli kalacak doğanın varlığını olduğu gibi kabul etmekle başlıyor. Onun efendisi değil, bir parçası olduğumuzun farkına varmak büyük resmi daha net görmemizi sağlar. Bu, türümüzün ömrünün uzaması için önemlidir. Bu bölümde iklim krizinin tetikleyebileceği bilimsel felaket senaryolarını anlatmaya çalıştım. Dinlemek için linki tıklayın. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'da okuyabilirsiniz. İyi Pazarlar..
Dünya genelinde büyük bir çöp krizi yaşanıyor. Bu konuda her yıl binlerce çalışma ve rapor yayınlanıyor, kampanyalar düzenleniyor ancak ne yazık ki çöp dağları da aynı hızla büyümeye devam ediyor. Çünkü tüketme arzumuzu frenleyemiyoruz. Her yıl, çalışır durumda milyonlarca cep telefonu çekmecelerimizi dolduruyor veya doğaya bırakılıyor. Giymediğimiz tonlarca kıyafet, 'indirim' diye aldığımız ve bir kez bile kullanmadığımız eşyalar dolaplarımızda duruyor.  Hatta minimalist olalım derken, evimize 'o havayı' verecek yeni eşyalar alarak, aslında farkında olmadan aynı döngüyü besliyoruz. Bu atıklar sadece çevremizi değil, aslında geleceğimizi de tüketiyor. İklim krizinin sorumlusunun insan olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Yaşadığımız küresel ısınmanın altında doğanın kendi döngüsünden daha çok insan faaliyetlerinin olduğunu bilim insanları da söylüyor. Sonuçta çöp dağları, bir balinanın değil insanın tükettiği maddelerin atıklarından oluşuyor. Bizler ne kadar kampanyalar da yapsak iklim krizi sanki inadına daha da şiddetleniyor. Çünkü çöp sorununun ve dolayısıyla iklim krizinin arkasında  sürekli büyümeye dayalı üretim ve tüketim modelinin ta kendisi yatıyor. İnsan doğası ve onu yönlendiren iktisadi sistemin işleyişini bilmeden sorunların neden çoğaldığını sormaya devam ederiz. Kağıt üzerinde harika çözümler bulsak da sorunun kaynağını kendimizden uzakta aramaya ve sorumluluğu başkalarına atmaya eğilimliyiz. Oysa çöp dağları, tüketim çarkının işlemesinde etkin olan benim de sunduğum katkılarla büyüyor. Ayrıca 'Daha az tüket' veya 'hayat tarzını değiştir' demek, içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin temel işleyiş mekanizmasıyla doğrudan bir çelişki içindedir. Özgür irademiz olduğunu düşünsek de kapitalizmin şekillendirdiği bilinç içinde hareket ediyoruz. Temel soru şudur: Biz daha az tüketmek istesek de sistemin duygularımızı manipüle etmesine engel olacak iradeyi ortaya koyabilecek miyiz? Bu değişimin getireceği zorluklara, vazgeçişlerden doğacak sancılı sürece hazır mıyız? Temelinde daha akıllı, dayanıklı ve sürdürülebilir bir tüketim modelini inşa edebilmek için pazarlamanın ve kolaycılığın sürekli baskısına dayanabilecek miyiz? Gerçek çözüm, bu sorulara vereceğimiz samimi cevaplarda yatıyor. Bu bölümde insanın bunları başarabileceğini tarihten örnekler vererek konuşuyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'da okuyabilirsiniz. İyi Pazarlar..  
Ölüm, bilimin çözemediği en kadim gizem... Onun ne içinde kalıyor ne de bilim ölümün bir son olduğunu kabul ederek onu dışlıyor. Öldükten sonra bilince ne olduğu, bilim ve teknoloji geliştikçe daha cesur ve sık sorulan bir soru olmaya başladı. Aslında ölüm, insanlık tarihinin en belirleyici kavramlarından. İnsan, diğer dünya ile iletişim kurmanın yollarını hep aramış; ölümün soğuk sessizliğine bir cevap, sevdiklerimize bir el sallayış umuduyla parapsikolojiden kehanete kadar birçok yöntemle bilinmezi anlamlandırmaya çalışmış. Sadece bilim değil, edebiyat, sanat ve sinema da bu fenomenden beslenmiş. Marcel Proust'un “Kayıp Zamanın İzinde” romanı ve Christopher Nolan'ın “Interstellar”ı gibi, maneviyatımızı ve düşünce dünyamızı zenginleştiren eserlere ilham olmuş. İnsan olarak hep sorduk; Ölümden sonra yaşam var mı? Bunun izlerin, Edgar Allan Poe'nun korkularında Albert Einstein'ın mektuplarında arıyoruz. Ölüm sonrası yaşam fikrinin insan zihninde ve kültüründe nasıl şekillendiğini araştırarak bulmaya çalışıyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'da okuyabilirsiniz. İyi Pazarlar..
Google, yakın zamanda Genie 3 teknolojisini duyurdu. Her gün bir yenilik duyuyoruz, ‘bundan ne farkı var?’ diyebilirsiniz. Ancak Genie 3, düşünce ile eylem arasındaki mesafeyi sıfıra indiriyor. İnsan, yapay zekayla beynini modellemeye çalışırken, Genie 3 ile zihnindekileri gerçek dünyaya simüle edebileceği bir kapıyı aralıyor. Yani zihnimizde canlandırdığımız hayallerin fiziki dünyada temsili artık mümkün. Daha az sözcükle daha dinamik bir dünya... Adeta bilincin genişlemesi. Son teknolojileri sadece kullanmakla kalmıyoruz; onlar sayesinde zihnimiz, gelecekteki olasılıklarla bir bağlantı kurabiliyor. Gelecekte nasıl bir varlık olacağımız hakkında bize içgörüler sunuyor. İçinde bulunduğumuz çağ, tam bir ara çağ. Tıpkı dinlerin doğuşundaki mucizelere şahit olan insanlar gibi, biz de ne geçmişin tamamen geride kaldığı ne de geleceğin tam olarak geldiği bir geçiş dönemini yaşıyoruz. Bu anlamda, her iki zamanı da deneyimleyebilen insanlar olarak kendimizi şanslı hissetmemiz gerekiyor. Elbette ‘Genie 3’ gibi teknolojiler şu an için bize ‘1-2 kelimeyle hayal dünyası yaratma’ yeteneği sunuyor. Ancak asıl mesele, bu yeteneği on yıllarca nasıl kullanacağımız değil. Onun potansiyeli, ‘nasıl bir dünya yaratırım’ sorusundan çok, ‘ben bu dünyayı yaratırken nasıl birine dönüşeceğim’ sorusuna cevap veriyor. Bu teknolojiler, gerçeklik algımızı değiştirirken, evrendeki yerimizi yeniden tanımlayacağımız bir geleceğin de habercisi oluyor. Bugün çıkan her yeni teknoloji, hayatımıza bir renk katıyor; ama bir yandan da insanlık için yeni bir kimlik ve yeni bir bilinç aşamasının kapılarını aralıyor. Bu bölümde, Genie 3'ün teknik detaylarından çok, bizi nasıl bir dünyaya taşıdığını konuşuyoruz. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog'daki yazımda okuyabilirsiniz.
İnsanlar maçlara giderken, 90 dakika için kendilerini günlük hayatın dertlerinden muaf hissederler. Birçokları için futbol, bastırılmış öfkelerini, sevinçlerini ve özlemlerini dile getirebildikleri psikolojik bir seansa benzer. Peki tarihte Roma’dan Azteklere ve günümüze kadar kitlesel sporlar, egemen güçlerin elinde nasıl bu kadar etkili bir yönlendirici güç oldu? Futbol maçları, yöneticiler için tam anlamıyla birer kamuoyu araştırmasıdır; çünkü tribünlerdeki sloganlar sokağın ta kendisidir. Bazen tehlikeli boyutlara ulaşabilen bu coşkuyu, hükümetler ağlayan bir çocuğu dinler gibi ciddiye almalıdır. Futbolun bu bulaşıcı özelliği, tarihte olduğu gibi bugün de birçok bağımsızlık hareketine ilham oluyor. Ülkeler, uluslararası ilişkilerden iç politik çekişmelere kadar hemen her alanda futbolun manyetik etkisinden faydalanıyor. Hükümetler, toplumu yönetmek için futbolu neden bir araç olarak kullanır? Bağımsızlığını kazanmaya çalışan ülkeler neden futboldan medet umar? Bir futbol topu nasıl kitlesel bir güce dönüştü? Tüm bu soruların cevabını bu haftaki bölümde bulmaya çalıştım. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog’daki yazımda bulabilirsiniz. İyi Pazarlar..
Futbol, üç puan almanın ve kupayı kaldırmanın çok ötesinde sonuçlar doğuran bir oyundur. Futbol, sadece bir oyun değil, toplumun adeta bir aynasıdır. İnsana bir kimlik ve aidiyet duygusu kazandırır. İnsanın ellerini kullanmadan, ayaklarıyla yarattığı bu hikaye, tribünlerde toplumun bir minyatürünü gözler önüne serer. Futbolun basitliği, evrenselliği, yarattığı tutku ve küresel etkisi onu diğer sporlardan ayırır. Futbol, sadece bir oyun değil, aynı zamanda bir yaşam tarzıdır. Bu yaşamın içinde deneyimlediğimiz duygular bize kendimizi tanıma fırsatı veriyor. Saygın iş insanlarının irtifa kaybetmesi, sakin olarak tanıdığımız dostlarımızın dönüşmesi, kitle psikolojisinin iradeyi nasıl teslim aldığını gösteriyor. Aslında bu oyun, insan doğasına dair ipuçları veriyor. Belki de futbol, bize kendimizi anlatıyor. İnsanın en karanlık ve en aydınlık yanlarını ortaya çıkaran bir sahnede kendimizi izliyoruz. İnsanın kolektif ruhunun, korkularının ve arzularının aynasında kendi yansımalarımıza bakıyoruz. Çelişkili ruhumuzda kazanma hırsının altında belki de yok olma korkusu yatıyor. Tribünlerde gördüğümüz şiddet, modern insanın varoluşsal yalnızlığının bir yansıması olabilir. İnsanlar, burada günlük hayatta yapamadıklarını yaparken, aslında kendilerine bile itiraf edemedikleri şeyleri dışa vuruyorlar. Bugün futbol testosteron yüklü bir iktidar alanı. Ancak tarih bize kültürün değişebileceğini gösteriyor. Bugün futbolun çok yönlü doğasını anlatmaya çalıştım. Sohbeti daha detaylı olarak Monolog’daki yazımda okuyabilirsiniz. İyi Pazarlar..
Mission: Impossible, 21. yüzyılda gençliğinin baharını yaşayan bir alfa kuşağı ile 1960’lı yılların gençliğini yaşamış insanların hâlâ izlemeye devam ettiği ortak bir sinema mirasıdır. Seri, geçmişteki anıları tazelerken aynı zamanda var olanlara yenilerini ekler. Bu macera, aslında 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren insanın teknolojiyle olan yolculuğunun bir hikayesidir. Teknolojinin ve insanın birbirini değiştirirken yarattığı etkileşim, Dünya’nın da nasıl dönüştüğünü gözler önüne serer. Bu anlamda Görevimiz Tehlike, sadece bugünü anlatmakla kalmaz; bize uzak bir geleceğin projeksiyonunu da sunar. Her bölümde yarattığı illüzyon bize sanki şunu söyler: ‘1966’da buradaydık, bugün buradayız ve gelecekte de olacağız.’ Bu, serinin son filmi “Son Hesaplaşma”ya kadar böyleydi. Film,  alıştığımız yapıda karşımıza çıkmıyor. Serinin “geleceği haber veren” veya en azından “bugünün ötesini kurgulayan” kimliği, bu son filmde sanki farklı işliyor. Film, artık hepimizin öngörebileceği bir geleceği anlatıyor. İnsanın merkezde olmadığı, kendi yarattığı teknolojiye ilk defa hükmedemediği bir dünyanın olabileceği, artık sadece Hollywood’un değil, hepimizin gündeminde olan bir konu. Bir yapay zekanın kontrolden çıkması ve bilinç kazanması, bugün sıradan bir insanın bile reddedemeyeceği bir ihtimal. Birkaç yıl öncesine kadar saf bilim kurgu olan bu olasılık, şimdi yakın gelecekte, hatta içinde bulunduğumuz zaman diliminde mantıklı bir varsayım hâline geliyor. Film, bizi şaşırtmak yerine, aslında bu durumu sorgulamaya davet ediyor. Sinema hala güçlü bir sanat ve eğlence aracı. Ancak öyle olsa da, görsel şölenlerden ziyade insanlar artık daha çok anlam arıyor. Evet, insanlar sarsılmak istiyor; ama bunu daha çok teknolojiyle yapmak istemiyor. Aksine, kendinden daha zeki bir varlığın olduğu bir çağda, bunu kendini keşfederek sağlamak istiyor. Her şeyin merkezinde kendini görmeye alışmış insan, yapay zeka çağında geleceğini belirsiz görüyor. Belki de tarihinde ilk defa dışa dönük insan ruhu, içinden gelen sese daha çok kulak veriyor. Yapay zeka karşısında, farkında olmadığımız bir yalnızlığa doğru sürükleniyoruz. Hollywood, artık bizi nasıl bir Dünya’nın beklediğinden daha çok, teknolojinin hızla şekillendirdiği bir gelecekte nasıl bir insan ve nasıl bir varlık olacağımızı sorguluyor. Ancak bunu, artık yan yana yürüdüğü sinema izleyicisiyle birlikte yapıyor. Çünkü dönüşen her sektör gibi sinema endüstrisi de bundan daha fazlasını hayal edemiyor. Bu bölümde "Görevimiz Tehlike"nin sadece bir film serisi olmadığını, aynı zamanda insanlığın teknolojiyle olan çalkantılı yolculuğunun bir aynası olduğunu anlatmaya çalıştım. Sohbeti Monolog'daki yazımda daha detaylı okuyabilirsiniz. İyi Pazarlar..
Geçen hafta, paranın konvansiyonel ve İslami finansta nasıl farklı anlamlar taşıdığını tartıştık. Bu felsefi ayrım, dünyada birbirine rakip iki ayrı finans endüstrisinin oluşmasına sebep oldu. İslami finans, paradan para kazanmanın yasak olduğu, gerçek ekonomik faaliyetleri prensip edinen bir finans modelidir. Faizi dışlaması ve risk paylaşımına dayalı yapısıyla küresel finans sistemine etik bir alternatif sunar. Bugün İslami finans sadece Müslümanlara yönelik bir finans modeli olmanın çok ötesindedir. Teknolojiyle büyümeye devam eden faizsiz finans, etik yatırım arayan herkesin alternatifi haline geliyor. Ancak, faiz temelli küresel finans sistemi içinde yeterli enstrümanlara sahip değildir. Bu da operasyonel sınırlılıklar ve derinlik eksikliği gibi zorluklar yaşamasına sebep oluyor. İşte bu noktada, teknolojinin dönüştürücü gücü, katılım bankacılığına nefes alabileceği bir alan yaratıyor. Özellikle yapay zeka (YZ) ve blockchain gibi dönüştürücü teknolojiler, İslami finansa bu zorlukların üstesinden gelecek araçları ona sunuyor. Üretilen teknolojilerin her zaman felsefi bir derinliği olmuştur. Teknoloji, insanlık tarihi boyunca sadece sorunlara farklı çözümler üretmez. Evrene ve kendimize dair algılarımızın da kökten değişmesine sebep olur. Bu bağlamda İslami finansın etik duruşu ve teknolojinin dönüştürücü gücü, sadece finansal işlemleri kapsamıyor. Aynı zamanda insanlık için daha dengeli bir değerler sistemini de beraberinde getirme potansiyeli taşıyor. Belki de aranan adil dünya, teknolojinin sunduğu bu imkanlarla, inancın ve inovasyonun kesişim noktasında yatıyor. Bu bölümde teknolojinin, İslami finansı nasıl daha verimli, şeffaf, erişilebilir ve rekabetçi hale getirebileceğini tartışıyoruz. Ahlaki değerleri merkeze alan bir finansal sistemin geleceği nasıl inşa edebileceğini bu yayında derinlemesine inceliyoruz. Sohbeti detaylarıyla Monolog'daki yazımda okuyabilirsiniz. İyi Pazarlar..
loading
Comments 
loading