DiscoverLem'alar Mecmuası
Lem'alar Mecmuası
Claim Ownership

Lem'alar Mecmuası

Author: Av. Ali Kurt

Subscribed: 4Played: 14
Share

Description

Av. Ali Kurt ile Lem'alar mecmuasından Risale-i Nur dersleri.

Sözler Mecmuası için:

Apple Podcast: https://podcasts.apple.com/us/podcast/risale-i-nur-dersleri/id1776556655

Spotify: https://open.spotify.com/show/2c7AlmTFKP9k6sKJ6QbEPS

Bilgi ve yorumlarınız için: alikurthizmet@gmail.com
128 Episodes
Reverse
On ikinci Recâ: Bir zaman Isparta vilâyetinin Barla nâhiyesinde nefiy nâmı altında işkenceli bir esâretle, yalnız ve kimsesiz bir köyde, ihtilâttan ve muhâbereden men‘ edilmiş bir vaz‘iyette hem hastalık, hem ihtiyârlık, hem gurbet içinde gāyet perişan bir halde iken, Cenâb-ı Hak kemâl-i rahmetinden Kur’ân-ı Hakîm’in nüktelerine ve sırlarına dâir, benim için medâr-ı teselli bir nûr ihsân etmişti. Onunla o acı elîm hazîn vaz‘iyetimi unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, ahbâbımı, akāribimi unutabiliyordum. Fakat vâ hasretâ birini unutamıyordum. O da hem biraderzâdem, hem ma‘nevî evlâdım, hem en fedâkâr bir talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahmân idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki, bana yardıma koşsun, teselli versin. Ve ne de ben onun vaz‘iyetini biliyordum ki, onunla muhâbere edeyim, derdleşeyim. Benim bu ihtiyârlık zamanımda öyle fedâkâr, sâdık birisi bana lâzımdı. Sonra birden birisi bana bir mektub verdi. Mektubu açtım, gördüm ki, Abdurrahmân’ın mâhiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektubdur. O mektubun bir kısmı, Yirmi yedinci Mektub’un fıkraları içinde, üç zâhir kerâmeti gösterir bir tarzda dercedilmiştir. O mektub, beni çok ağlattırmış. El’ân da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahmân o mektub ile, pek ciddi ve samîmî bir sûrette dünyanın ezvâkından nefret ettiğini ve en büyük maksadı bana yetişip, küçüklüğünde benim ona baktığım gibi, o da bana ihtiyârlığımda hizmet etmekti. Hem dünyada benim hakîkî vazîfem olan neşr-i esrâr-ı Kur’âniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hatta mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz Risâleyi bana gönder. Her birisinden yirmi otuz nüsha yazıp, yazdıracağım” diyordu. O mektub bana dünyaya karşı kuvvetli bir ümid verdi. Dehâ derecesinde zekâya mâlik ve hakîkî evlâdın çok fevkınde bir sadâkat ve irtibât ile bana hizmet edecek böyle bir talebemi buldum diye, o işkenceli esâreti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyârlığı unuttum. O mektubdan evvel, îmân-ı bil’âhirete dâir tab‘ ettirdiğim Onuncu Söz’ün bir nüshası eline geçmişti. Güya o risâle ona bir tiryâk idi ki, altı yedi sene zarfında aldığı bütün ma‘nevî yaralarını tedâvi etti. Gāyet kuvvetli Sayfa 256 ve parlak bir îmân ile, ecelini bekliyor gibi bana o mektubu yazmış. Ben yine Abdurrahmân vâsıtasıyla mes‘udâne bir hayat-ı dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken, bir iki ay sonra vâ hasretâ, birden onun vefat haberini aldım. Bu acı haber beni o derece sarstı ki, beş senedir onun te’sîri altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esâret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyârlık ve hastalığım, o derece onların fevkınde bana bir rikkat, bir hüzün verdi ki, ben merhum vâlidemin vefatıyla, hususî dünyamın yarısı vefat etmiş diyordum. Abdurrahmân’ın vefatıyla da, bâkî kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünkü o dünyada kalsa idi, hem dünyadaki vazîfe-i uhreviyemin kuvvetli bir medârı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayrulhalef ve hem de bu dünyada en fedâkâr bir medâr-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi. Ve en zeki bir talebem ve bir muhâtab ve Risâle-i Nûr eczâlarının en emîn bir sâhibi ve muhâfızı olurdu. Evet insaniyet i‘tibâriyle böyle bir zâyiât, benim gibi insanlara çok hirkatlidir, çok yakıyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum. Fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’ân’ın nûrundan gelen teselli teskîn etmese idi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. O zamanın Barla nâhiyesinin derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâlî yerlerde oturup, o teessürât-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahmân gibi sâdık talebelerimle geçirdiğim mes‘udâne hayat levhaları sinema gibi hayâlimden geçtikçe, ihtiyârlık ve gurbetin verdiği sür‘at-i teessür, mukāvemetimi kırıyordu. Birden كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyenin sırrı inkişâf etti. Bana يَا بَاق۪ٓي اَنْتَ الْبَاق۪ي ٭ يَا بَاق۪ٓي اَنْتَ الْبَاق۪ي dedirtti ve onun ile hakîkî teselli verdi. Evet, ben o hâlî derede, o haz...
Onuncu Recâ: Bir zaman esâretten geldikten sonra, İstanbul’da bir iki sene yine gafletgalebe etti. Siyâset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmıştı. Bir gün İstanbul’un Eyûb Sultân Kabristanı’nın dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul’un etrafındaki âfâka baktım. Fakat bakıyorum, birden benim hususî dünyam vefat ediyor ve bazı cihette ruhum çekiliyor gibi bir hâlet-i hayâliye bana geldi. Dedim: “Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazılar mıdır ki, bana böyle hayâl veriyor?” diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım, kalbime ihtâr edildi ki: “Bu senin etrafındaki kabristanın içinde yüz İstanbul vardır. Çünkü yüz def‘a İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup sen müstesnâ kalamazsın. Sen de gideceksin!”Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayâl ile, Sultân Eyûb Câmii’nin mahfelindeki küçük bir odaya, çok def‘a girdiğim gibi, bu def‘a da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim. Bu dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan da çıkacağım. Diğer bir günde de dünyadan çıkacağım. İşte bu hâlette, gāyet rikkatli ve firkatli ve elemli bir hüzünSayfa 248ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum. İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan mufârakat gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirâk gibi, çok sevdiğim ve mübtelâ olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra ibret için sinemaya gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, [sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer sûretinde gösterdikleri gibi,] ben de aynen o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaz‘iyetinde gördüm. Hayâlim dedi ki: “Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor. İleride kat‘iyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.”Birden Kur’ân-ı Hakîm’in nûru ile ve Gavs-ı A‘zam Şeyh-i Geylânî Hazretleri’nin irşâdıyla, o hazîn hâlet, sürûrlu ve neş’eli bir vaz‘iyete inkılâb etti. Şöyle ki: o hazîn hâle karşı Kur’ân’dan gelen nûr, böyle ihtâr etti ki:“Senin, Rusya’nın şimâl-i şarkîsinde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esîr zâbit dostun vardı. Sen bu dostların herhalde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana orada iken birisi dese idi: ‘Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?’ Elbette zerre mikdar aklın varsa, ferah ve sürûr ile İstanbul’a gitmesini kabûl edecektin. Çünkü bin bir ahbâbından dokuz yüz doksan dokuz ahbâbın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tanesi kalmış. Onlar da İstanbul’a gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek, hazîn bir firâk ve elîm bir iftirâk değil, Hem de geldin. Memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerden ve pek soğuk fırtınalı kışlardan kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbul’a geldin.Aynen öyle de, senin küçüklüğünden bu yaşa kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Senin dünyada vefatın firâk değil, visaldir. O ahbâblara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervâh-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakātında geziyorlar” diye ihtâr edildi.Evet bu hakîkati, Kur’ân ve îmân o derece kat‘î bir sûrette isbat etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz ve ruhsuz olmazsa veyahut dalâlet kalbini boğmamış ise, görür gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz envâ‘-ı lütufve ihsânâtıylaSayfa 249böyle tezyîn edip mükrimâne ve şefîkāne rubûbiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz şeyleri muhâfaza eden bir Sâni‘-i Kerîm ve Rahîm, masnûâtı içinde en mükemmeli ve en câmii ve en ehemmiyetlisi ve en çok sevdiği ...
Dokuzuncu Recâ: Birinci harb-i umûmîde esâretle, Rusya’nın şark-ı şimâlîsinde, çok uzak olan (Kosturma) vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların, meşhur Volga Nehri’nin kenarında küçük bir câmi‘leriSayfa 245bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esîr zâbitlerin içinde sıkılıyordum. Yalnız kalmayı istedim. dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesinin kefâletiyle, beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmi‘de yatıyordum. Bahar da yakın idi. O şimâl kıt‘asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârların firkatli esmeleri, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyâr bilmiyordum, fakat harb-i umûmîyi gören ihtiyârdır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًا sırrına mazhar olmuş, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyârlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaz‘iyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve o hazîn vaz‘iyet içinde, hayattan ve vatandan bir me’yûsiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O hâlette iken Kur’ân-ı Hakîm’den imdâd geldi. Dilim حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ dedi. Kalbim de ağlayarak dedi: غَر۪يبَمْ ب۪يكَسَمْ ضَع۪يفَمْ نَاتُوَانَمْ اَلْاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْكَاهَتْ اِلٰه۪ى Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp, o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyâzî-i Mısrî gibi dedim: [Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp, şevkle her dem uçup, çağırırım dost, dost!] diye, dostları arıyordu.Her ne ise.. o hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim, o kadar büyük bir şefâatçi ve vesîle oldular ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gāyet hilâf-ı me’mûl bir sûrette, yayan gidilse bir senelik mesâfeden, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binâen gelen inâyet-i İlâhiye ile hârika bir sûrette kurtuldum. Tâ Varşova’ya ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim. Bu sûrette kolaylıkla kurtulmak, pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshîlât ve çok kolaylıkla, o uzun firârî seyahati bitirdim.Fakat o Volga Nehri kenarındaki câmi‘deki mezkûr gecenin vaz‘iyeti, bana bu kararı verdirmişti ki, “Bakiye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı ictimâiyelerine karıştığım, artık yeter! Madem sonundaSayfa 246kabre yalnız gideceğim. Yalnızlığa alışmak için, şimdiden yalnızlığı ihtiyâr edeceğim” demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbâb ve İstanbul’un şa‘şaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şân ve şeref gibi neticesiz şeyler, kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o Volga kenarındaki câmi‘deki gurbet gecesi, hayatımın gözünde nûrlu siyahlık idi. Ve İstanbul’un beyaz şa‘şaalı gündüzü, o hayat gözümün nûrsuz beyazı idi ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylânî, Fütûhu’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.İşte ey ihtiyârlar ve ihtiyâreler! Biliniz ki, ihtiyârlıktaki zaaf ve acz, rahmet ve inâyet-i İlâhiyenin celbine vesîledir. Ben kendi şahsımda müşâhede ettiğim gibi, zeminin yüzündeki rahmetin cilvesi de gāyet zâhir bir tarzda bu hakîkati gösteriyor. Çünkü hayvanâtın en âcizleri ve en zayıfları yavrulardır. Halbuki rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada olan bir yavrunun aczi, annesini en mutî‘ bir nefer gibi, rahmetin cilvesi istihdâm ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru, kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, vâlidesi ona, “Sen git, rızkını ara, bul” der, daha onu dinlemez. İşte bu sırr-ı rahmet, yavrular hakkında cereyân ettiği gibi, zaaf ve acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyârlar hakkında da cârîdir.
Sekizinci Recâ: İhtiyârlığın alâmeti olan başımdaki saçlarıma beyazlık düşmeye başladığı bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyâde kalınlaştıran harb-i umûmînin dağdağaları ve esâretimin keşmekeşlikleri ve son İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şân ve şeref vaz‘iyeti, hatta halîfeden, şeyhülislâmdan, baş-kumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyâde bir hüsn-ü teveccüh ve iltifât gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaz‘iyetin verdiği hâlet-i rûhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, âdetâ dünyayı dâimî, kendimi de lâyemûtâne dünyaya yapışmış bir vaz‘iyet-i acîbede görüyordum. İşte o zamanda, İstanbul’un Bâyezîd Câmi‘-i mübârekine, Ramazân-ı Şerîf’te, ihlâslı hâfızları dinlemeye gittim.Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, semâvî yüksek hitâbıyla, beşerin fenâsını ve zîhayatın vefatını gāyet kuvvetli bir sûrette haber veren كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ fermanını, hâfızların lisânıyla i‘lân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşti. Ve o pek kalın gaflet uykusunu ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Câmi‘den çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına ve dumanlı bir ateşSayfa 242devam etti. Pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçlarıma baktıkça, beyazlaşan saçlarım bana diyorlar, “Dikkat et!” İşte o beyaz saçlarımın ihtârıyla vaz‘iyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvâkına meftun olduğum gençlik, “Elvedâ‘!” diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadâr olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadâr olduğum ve âdetâ âşık olduğum dünya, bana “Uğurlar olsun!” diyerek, misâfirhâneden gideceğimi ihtâr ediyor. Kendisi de, “Allah’a ısmarladık!” deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ âyetinin külliyetinde, “Nev‘-i insan bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir, bâkî bir sûrete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret sûretine girmek için o da ölecek!” ma‘nâsı, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.İşte bu hâlette vaz‘iyetime baktım ki, medâr-ı ezvâk olan gençlik gidiyor. Menşe’-i ahzân olan ihtiyârlık yerine geliyor. O gāyet parlak ve nûrânî hayat gidiyor, zâhiri karanlıklı dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve dâimî zannedilen ve gāfillerin ma‘şûkası olan dünya, pek sür‘atle zevâle kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı ictimâînin ezvâkına baktım. Hiçbir fâidesi olmadı. Bütün onların teveccühü ve iltifâtları ve tesellileri, yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir. Orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gāye-i hayâli olan şân ve şerefi, [sevimli perdesi altında] sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfurûşluk, muvakkat bir sersemlik sûretinde gördüm. Anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez. Ve onlarda hiçbir nûr yok. Yine tam uyanmak için, Kur’ân’ın semâvî dersini işitmek üzere, yine Bâyezîd Câmii’ndeki hâfızları dinlemeye başladım.O vakit, o semâvî dersten وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ilâ âhirihî nev‘inden kudsî fermanlarla müjdeler işittim. Kur’ân’dan aldığım feyiz ile hâriçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve me’yûsiyet aldığım noktalar içinde teselliyi ve recâyı ve nûru aradım. Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükürler olsun ki, ayn-ı derd içinde dermanı buldum. Ayn-ı zulmet içinde nûru buldum. Ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum. En evvel herkesi korkutan ve en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım ve nûr-u Kur’ân’la gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah ve çirkindir. Fakat mü’min için asıl sîmâsı nûrânîdir,Sayfa 243güzeldir gördüm. Ve çok risâlelerde bu hakîkati kat‘î bir sûrette isbat etmişiz. Hususan Sekizinci Söz ve Yirminci Mektub gibi çok risâlelerde îzâh ettiğimiz gibi, ölüm, i‘dâm değil, firâk değil, belki hayat-ı ebediyenin bir mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazîfe-i hayat külfetinden bir paydostur,...
Altıncı Recâ: Bir zaman elîm bir esâretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylası’nda Çam Dağı’nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nûr arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyârlık bana ihtâr etti. Altıncı Mektub’da îzâh edildiği gibi, o gece ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir sesHâşiye: Evet, sübûtî bir emri ihbâr etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gāyet müşkil olduğu, bu temsîlde görünüyor. Şöyle ki; biri dese: “Meyveleri süt konserveleri olan gāyet hârika bir bahçe, küre-i arz üzerinde vardır.” Diğeri dese, “Yoktur.” İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca da‘vâsını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için, bütün küre-i arzı görmek ve göstermekle da‘vâsını isbat edebilir. Aynen öyle de, cenneti ihbâr edenlerin, yüz binler tereşşuhâtını, meyvelerini ve âsârını gösterdiklerinden kat‘-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkla sübûtuna şehâdetleri kâfî gelirken, onu inkâr eden, hadsiz bir kâinâtı ve hadsiz ebedî zamanı temâşâ ettikten ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir ve ademini gösterebilir. İşte ey ihtiyâr kardeşler, îmân-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.Sayfa 238rikkatime, ihtiyârlığıma, gurbetime ziyâde dokundu. İhtiyârlık bana ihtâr etti ki; gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti. Dünya siyah kefenini giydi. Öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünyanın gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâb edeceğini kalbin kulağına söyledi. Nefsim bilmecbûriye dedi: “Evet ben vatanımdan garib olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zevâl bulan sevdiklerimden de ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyâde hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gecenin ve dağın garîbâne vaz‘iyetindeki hazîn gurbetten daha ziyâde hazîn ve elîm bir gurbete yaklaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufârakat zamanının yakınlaştığını, ihtiyârlık bana haber veriyor.” Bu gurbet gurbet içindeki ve bu hüzün hüzün içindeki vaz‘iyetten bir recâ ve bir nûr aradım. Birden îmân-ı billâh imdâdıma yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzâaf vahşet bin def‘a daha tezâuf etse idi, yine o teselli kâfî gelirdi.Evet, ey ihtiyârlar ve ihtiyâreler! Madem Rahîm bir Hâlikımız var, bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için her şey var. Madem o var, melâikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil. Hâlî dağlar, boş sahrâlar Cenâb-ı Hakk’ın ibâdıyla doludur. Zîşuûr ibâdından başka, onun nûruyla, onun hesabıyla taşı da, ağacı da birer mûnis arkadaş hükmüne geçerler. Lisân-ı hâlleriyle bizim ile konuşabilirler. Ve bizleri eğlendirirler. Evet bu kâinâtın mevcûdâtı adedince ve bu büyük kitâb-ı âlemin harfleri sayısınca vücûduna şehâdet eden ve zîruhların medâr-ı şefkat ve rahmet ve inâyet olan cihâzâtı ve mat‘ûmâtı ve ni‘metleri adedince rahmetini gösteren deliller, şâhidler, bize Rahîm, Kerîm, Enîs, Vedûd olan Hâlikımızın, Sâniimizin ve Hâmîmizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbûl bir şefâatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyârlıktır. Böyle bir dergâhta makbûl bir şefâatçi olan ihtiyârlıktan küsmek değil, belki ihtiyârlığı sevmek lâzımdır.Yedinci Recâ: Bir zaman ihtiyârlığımın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri, Yeni Said’in ağlamalarına inkılâb ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünyâ, beni Eski Said zannederek oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyâde ihtiyârlamış, yıpranmış, eskimiş kal‘asının başına çıktım. O kal‘a, bana tahaccür etmiş hâdisât-ı târîhiye sûretinde göründü. Senenin ihtiyârlık mevsimiyle, benim ihtiyârlığım, kal‘anın ihtiyârlığı, beşerin ihtiyârlığı, şânlı OsmanlıSayfa 239Devleti’nin ihtiyârlığı ve hilâfet saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyârlığı, bana gāyet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kal‘ada, ...
Dördüncü Recâ: Bir zaman ihtiyârlığa ayak bastığımdan, gafleti idâme ettiren sıhhat-i bedenim de bozulmuştu. İhtiyârlık ile hastalık, müttefikan bana hücum ettiler. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalarım da yoktu. Baktım, gençlik sersemliğiyle zâyi‘ ettiğim sermâye-i ömrümün meyvelerini, bütün günahlar, hatîâtlar gördüm. Niyâzî-i Mısrî gibi feryâd eyleyerek dedim: [Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ; yola geldim, göçmüş cümle kervan bî-haber!] [Ağlayıp nâlân edip, düştüm yola tenhâ garib; dîde giryân, sîne büryân, akıl hayran bî-haber!] O vakit gurbette idim. Me’yûsâne bir hüzün ve nedâmetkârâne bir teessüf ve istimdâdkârâne bir hasret hissettim. Birden Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân imdâda yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir recâ kapısını açtı ve öyle hakîkî teselli ziyâsını verdi ki, o vaz‘iyetimin yüz derece fevkındeki ye’si dahi izâle edebilirdi ve o karanlıkları dağıtabilirdi.Evet, ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyârlar ve ihtiyâreler! Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir ve bir saray hükmünde halkeden bir Sâni‘-i Zülcelâl, mümkün müdür ki, o şehirde ve o saraydaki en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin? Madem bilerek bu sarayı yapmış. Ve irâde ve ihtiyâr ile tanzîm ve tezyîn etmiş. Elbette nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur. Madem bu sarayı ve bu şehri bize güzel bir misâfirhâne ve ticaretgâh yapmış. Elbette bize karşı münâsebâtını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri ve bir kitabı bulunacaktır.İşte o kudsî kitabın en mükemmeli [ve kırk vecihle mu‘cize ve her dakikada, hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen ve nûr serpen ve her bir harfinde asgarî olarak on sevab ve on hasene ve bazen on bin ve bazen leyle-i Kadir sırrıyla bir harfinde otuz bin hasene ve meyve-i cennet ve nûr-u berzah veren] Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’dır. Bu makamda ona rekābet edecek, kâinâtta hiçbir kitap yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur’ân, semâvât ve arzın Hâlik-ı Zülcelâlinin rubûbiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i ulûhiyeti cihetinden ve ihâta-i rahmeti cânibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır. Ve bir ma‘den-i rahmetidir. Ona yapış! Her derde bir devâ, her zulme bir ziyâ, her ye’se bir recâ, içinde vardır. İşte bu ebedî hazinenin anahtarı, îmândır ve teslîmdir ve onu dinleyip kabûl etmek ve okumaktır.Sayfa 236Beşinci Recâ: Bir zaman ihtiyârlığımın mebdeinde, bir inzivâ arzu ettim. İstanbul’un boğaz tarafındaki Yûşa‘ Tepesi’nde, yalnız kalmakla ruhum bir istirahat aradı. Bir gün o yüksek tepede iken, dâire-i ufka ve etrafa baktım. Gāyet hazîn ve rikkatli bir levha-i zevâl ve firâkı, ihtiyârlığın ihtârıyla gördüm. Şecere-i ömrümün kırk beşinci senesi olan kırk beşinci dalındaki yüksek makamından, tâ hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim. Gördüm ki, o aşağıda, her bir dalındaki, her bir senenin içinde, sevdiklerimden ve alâkadârlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. O firâk ve iftirâktan gelen gāyet rikkatli bir ma‘nevî teessürât içinde, Fuzûlî-i Bağdâdî gibi, mufârakat eden dostları düşünerek, âh u enîn edip [Vaslını yâd eyledikçe ağlarım, tâ nefes var ise kuru cismimde, feryâd eylerim] diyerek bir teselli, bir nûr, bir recâ kapısını aradım. Birden, âhirete îmân nûru, imdâdıma yetişti. Hiç sönmez bir nûr, hiç kırılmaz bir recâ verdi. Evet ey benim gibi ihtiyâr kardeşler ve ihtiyâre hemşîreler!Madem âhiret var ve madem bâkîdir ve madem dünyadan daha güzeldir, madem bizi yaratan zât hem Hakîm, hem Rahîm’dir. İhtiyârlıktan şekvâ ve teessüf etmemeliyiz. Bil’akis ihtiyârlık, îmân ile ibâdet içinde sinn-i kemâle gelip, vazîfe-i hayattan terhîs ile âlem-i rahmete istirahat için gitmeye bir alâmet olduğu cihetle ondan memnun olmalıyız.Evet nass-ı hadîs ile, nev‘-i beşerin en mümtâz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyâ, icmâ‘ ve tevâtürle, kısmen şuhûda ve kısmen hakkalyakîne istinâden, müttefikan ...
YİRMİALTINCI LEM‘Aİhtiyârlar Risâlesiİhtiyârlar hakkında “Yirmialtı Recâ” ve ziyâ ve teselliyi câmi‘dir.İhtâr: Her bir recânın başında ma‘nevî derdimi gāyet elîm ve sizi müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi, Kur’ân-ı Hakîm’den gelen ilacın fevkalâde te’sîrini göstermek içindir. İhtiyârlara âit bu lem‘a, üç dört cihetle hüsn-ü ifâdeyi muhâfaza edemedi.Birincisi: Sergüzeşt-i hayatıma âit olduğu için, o zamanlara hayâlen gidip o hâlette yazıldığından, ifade, intizâmını muhâfaza edemedi.İkincisi: Sabah namazından sonra gāyet yorgunluk hissettiğim bir zamanda, hem mecbûriyet tahtında sür‘atle yazıldığından ifade de müşevveşiyet düştü.Üçüncüsü: Yanımda dâim yazacak bulunmadığından ve yanımda bulunan kâtibin de Risâle-i Nûr’a âit dört beş vazîfesi olmakla, tashîhâtına tam vakit bulamadığımızdan intizâmsız kaldı.Dördüncüsü: Te’lîfin akîbinde ikimiz de yorgun düştüğümüzden, ma‘nâyı dikkatle düşünemeyerek, gāyet sathî bir tashîh ile iktifâ edildiğinden, tarz-ı ifâde de elbette kusurlar bulunacak.Âlîcenâbihtiyârlar, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsâmaha ile baksınlar. Ve rahmet-i İlâhiye, boş olarak döndürmediği ellerini, mübârek ihtiyârlar dergâh-ı İlâhîye açtıkları vakit, bizi de duâlarına dâhil etsinler.Saîdü’n-NûrsîSayfa 233بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِكٓهٰيٰعٓصٓ ٭ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا ٭ اِذْ نَادٰي رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا ٭ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّ۪ي وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَٓائِكَ رَبِّ شَقِيًّاŞu lem‘a “Yirmialtı Recâ” dır.Birinci Recâ: Ey sinni kemâle gelen muhterem ihtiyâr kardeşler ve ihtiyâre hemşîreler! Ben de sizin gibi ihtiyârım. İhtiyârlık zamanımda ara sıra bulduğum recâları ve o recâlardaki teselli nûruna sizi de teşrîk etmek arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım. Gördüğüm ziyâlar ve rast geldiğim recâ kapıları, benim nâkıs ve müşevveş isti‘dâdıma göre görülmüş ve açılmış. İnşâallâh sizlerin sâfî ve hâlis isti‘dâdlarınız, gördüğüm ziyâyı parlattıracak. Bulduğum recâyı daha ziyâde kuvvetleştirecek. İşte gelecek o recâların ve ziyâların menbaı, ma‘deni ve çeşmesi îmândır.İkinci Recâ: İhtiyârlığıma girdiğim zaman, bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gāyet rikkatli ve hazîn ve bir cihette karanlıklı bir hâlet bana geldi. Gördüm ki, ben ihtiyarlandım. Gündüz de ihtiyârlanmış. Sene de ihtiyârlanmış. Dünya da ihtiyârlanmış. Bu ihtiyârlıklar içinde dünyadan firâk ve sevdiklerimden iftirâk zamanı yakınlaştığından, ihtiyârlık beni ziyâde sarstı. Birden rahmet-i İlâhiye öyle bir sûrette inkişâf etti ki, o rikkatli hüzün ve firâkı, kuvvetli bir recâ ve parlak bir teselli nûruna çevirdi. Evet, ey benim gibi ihtiyârlar! Kur’ân-ı Hakîm’de yüz yerde اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ sıfatlarıyla kendini bize takdîm eden; ve dâimâ zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların imdâdına rahmetini gönderen; ve gaybdan her sene baharı, hadsiz ni‘met ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren; ve zaaf ve aczin derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyâde gösteren bir Hâlik-ı Rahîm’imizin rahmeti, bu ihtiyârlığımızda en büyük bir recâ ve en kuvvetli bir ziyâdır. Bu rahmeti bulmak, îmânla o Rahmân’a intisâb etmek ve ferâizi kılmakla ona itâat etmek iledir.Üçüncü Recâ: Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan, ihtiyârlık sabahıyla uyandığım vakit, kendime baktım. Vücûdum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyâzî-i Mısrî’nin; [Günde bir taşı düştü yere, binâ-yı ömrümün,Sayfa 234can yatar gāfil, hânesi oldu harâb bî-haber!] dediği gibi, ruhumun hânesi olan cismimin de her bir gün bir taşı düşmekle yıpranıyor gördüm. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümidlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufârakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O ma‘nevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyâzî-i Mısrî gibi dedim: [Dil bekāsı, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim; bir devâsız derde düştüm, âh ki...
Yirmi beşinci Lem‘a’nın ZeyliOn yedinci Mektup Çocuk Ta‘ziyenâmesiMakam münâsebetiyle buraya alınmıştır.بِاسْمِه۪وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَ ٭ اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَAzîz âhiret kardeşim Hâfız Hâlid Efendi! Kardeşim, senin çocuğunun vefatı, beni müteessir etti. Fakat اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ kazâya rızâ, kadere teslîm, İslâmiyetin bir şiârıdır. Cenâb-ı Hak sizlere sabr-ı cemîl versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefâatçi yapsın. Size ve sizin gibi müttakîlere büyük bir müjde ve hakîkî bir teselli gösterecek [beş noktayı] beyân ederiz.Birinci Nokta: Kur’ân-ı Hakîm’de وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ beşâretinin sırrı ve meâli şudur ki, mü’minlerin kablelbülûğ vefat eden evlâdları, cennette, cennete lâyık bir sûrette ebedî, sevimli, dâimî çocuk kalacaklarını; ve cennete giden peder ve vâlidelerinin kucaklarında ebedî medâr-ı sürûrları olacaklarını; ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en latîf bir zevki, ebeveynlerine te’mîne medâr olacaklarını; ve her bir lezzetli şeyin cennette bulunduğunu; ve cennet tenâsül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığını diyenlerin, hükümleri hakîkat olmadığını; hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümâtla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel, sâfî ve elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i îmânın en büyük bir medâr-ı saadeti olduğunu şu âyet-i kerîme وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.İkinci Nokta: Bir zaman bir zât, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O bîçâre mahbûs, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatini te’mîn edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki: “Şu çocuk çendân senin evlâdındır, fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.” O adam ağlar, sızlar; “Benim medâr-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim” der. Ona arkadaşları derler ki, “Senin teessürâtın ma‘nâsızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves,Sayfa 230ufûnetli, sıkıntılı zindana bedel, ferahlı ve saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen, nefsin için müteessir oluyorsan ve menfaatini arıyorsan, çocuk burada kalsa, muvakkatenşübheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebeb olur. Sana şefâatçi hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkaracak. O saraya celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu şart ile ki, padişaha emniyetin ve itâatin varsa.”İşte bu temsîl gibi, azîz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evlâdları vefat ettikleri vakit, şöyle düşünmeli ki, şu çocuk ma‘sûmdur. Onun Hâlik’ı dahi Rahîm’dir, Kerîm’dir. Benim nâkıs terbiyeme ve şefkatime bedel, gāyet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennetü’l-Firdevs’ine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsa idi, kim bilir ne şekle girerdi. Onun için ben ona acımıyorum. Onu bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime âit menfaati için, kendime dahi acımıyorum. Müteellim ve müteessir de olmuyorum. Çünkü dünyada kalsa idi, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlâd muhabbeti te’mîn edecekti. Eğer sâlih olsaydı, dünya işinde muktedir olsa idi, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî cennette on milyon sene, bana evlâd muhabbetine medâr ve saadet-i ebediyeye vesîle ve bir şefâatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette meşkûk ve muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan, elîm teessürât göstermez. Ve me’yûsâne feryâd etmez.Üçüncü Nokta: Vefat eden çocuk, bir Hâlik-ı Rahîm’in mahlûku, memlûkü, abdi ve bütün hey’etiyle onun masnûu ve ona âit olarak ebeveyninin bir arkadaşı ...
Yirmi ikinci Devâ: Ey nüzûl gibi ağır hastalıklara mübtelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü’min için nüzûl, mübârek sayılıyor. Bunu ben çoktan ehl-i velâyetten işitiyordum. Sırrını bilmiyordum. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki: Ehlullâh, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmak ve dünyanın azîm ma‘nevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi te’mîn etmek için, iki esası ihtiyâren ta‘kîb etmişler. Birisi, râbıta-i mevttir. Yani, dünya fânî olduğu gibi, kendisi de içinde vazîfedâr fânî bir misafir bulunduğunu düşünmekle, hayat-ı ebediyelerine o sûretle çalışmışlar. İkincisi, nefs-i emmârenin ve kör hissiyâtın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyâzetlerle nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlar. Sizler, ey yarı vücûdunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sana ihtiyârsız, kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas verilmiş ki, dâimâ senin vücûdunun vaz‘iyeti, dünyanın zevâlini ve insanın fânî olduğunu ihtâr ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaz‘iyetindeki bir zâtı, nefs-i emmâre, elbette hevesât-ı rezîle ile ve nefsânî müştehiyât ile aldatamaz, çabuk o nefsin belâsından kurtulur. İşte mü’min sırr-ı îmân ile ve teslîmiyet ve tevekkül ile, o ağır nüzûl gibi hastalıktan az bir zamanda, ehl-i velâyetin çileleri gibi istifâde edebilir. O vakit o ağır hastalık, çok ucuza düşer.Yirmi üçüncü Devâ: Ey kimsesiz, garib, bîçâre hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalbleri rikkate getirirse ve nazar-ı şefkati celbederse, acaba Kur’ân’ın bütün sûrelerinin başlarındaSayfa 227kendini Rahmânü’r-Rahîm sıfatıyla bize takdîm eden ve bir lem‘a-i şefkatiyle umum yavruları umum vâlidelere, o hârika şefkatiyle terbiye ettiren ve her baharda bir cilve-i rahmetiyle zemin yüzünü ni‘metlerle dolduran ve ebedî bir hayattaki cennet, bütün mehâsiniyle bir cilve-i rahmeti olan senin Hâlik-ı Rahîmine îmân ile intisâbın ve onu tanıyıp hastalığın lisân-ı acziyle ona niyâzın, elbette senin bu gurbetteki kimsesizlik hastalığın, her şeye bedel o zâtın nazar-ı rahmetini sana celbeder. Madem o var, sana bakar, sana her şey var. Asıl gurbette ve kimsesizlikte kalan odur ki, îmân ve teslîmiyetle ona intisâb etmesin veya intisâbına ehemmiyet vermesin.Yirmi dördüncü Devâ: Ey ma‘sûm hasta çocuklara ve ma‘sûm çocuklar hükmünde olan ihtiyârlara hizmet eden hasta bakıcılar! Sizin önünüzde mühim bir ticâret-i uhreviye var. Şevk ve gayretle o ticareti kazanınız. Ma‘sûm çocukların hastalıkları, o nâzik vücûdlara bir idmân ve bir riyâzettir ve ileride dünyanın dağdağalarına mukāvemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbâniye gibi, çocuğun hayat-ı dünyeviyesine âit çok hikmetlerle beraber, hayat-ı rûhiyesine ve tasaffî-i hayatına medâr olacak büyüklerdeki keffâretü’z-zünûb yerine ma‘nevî ve ileride veyahut âhirette terakkıyât-ı ma‘neviyesine medâr şırıngalar nev‘indeki hastalıklarından gelen sevab, peder ve vâlidelerinin defter-i a‘mâline ve bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercîh eden vâlidesinin sahîfe-i hasenâtına girdiği, ehl-i hakîkatçe sâbittir. İhtiyârlara bakmak ise, hem azîm sevab almakla beraber, o ihtiyârların ve bilhassa peder ve vâlide olsalar, duâlarını almak ve kalblerini hoşnud etmek ve vefâkârâne hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medâr olduğu, rivâyet-i sahîha ile ve çok vukūât-ı târîhiye ile sâbittir.İhtiyâr peder ve vâlidesine tam itâat eden bahtiyar bir veled, evlâdından aynı vaz‘iyeti gördüğü gibi; bedbaht bir veled, eğer ebeveynini rencide etse, azâb-ı uhrevîden başka, dünyada çok felâketlerle cezâsını gördüğü, çok vukūât ile sâbittir. Evet ihtiyârlara, ma‘sûmlara ve yalnız akrabasına bakmak değil, belki ehl-i îmân [madem sırr-ı îmân ile uhuvvet-i hakîkiye var] onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyâr ona muhtaç olsa, ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyet’in muktezâsıdır.
Onsekizinci Devâ: Ey şükrü bırakıp şekvâya giden hasta! Şekvâ, bir haktan gelir. Senin bir hakkın zâyi‘ olmamış ki şekvâ ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakk’ın hakkını vermedin, haksız bir sûrette, hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlaraHâşiye: Evet, bir kısım hastalıklar, duânın sebeb-ivücûdu iken, duâ hastalığın ademine sebeb olsa, duânın vücûdu, kendi ademine sebeb olur; bu da olamaz.Sayfa 223bakıp şekvâ edemezsin. Belki sen, sıhhat noktasında kendinden aşağı derecelerde bulunan bîçâre hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak! Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan a‘mâlara bak! Allah’a şükret. Evet ni‘mette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, musibet noktasında kendinden daha yukarı olanlara bakmaktır ki şükretsin. Bu sır bazı risâlelerde bir temsîl ile îzâh edilmiştir. O temsîlin icmâli şudur ki:Bir zât, bir bîçâreyi, bir minârenin başına çıkarır. Minârenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsân, birer hediye verir. Tam minârenin başında da en büyük bir hediyeyi verir. O mütenevvi‘ hediyelere karşı, ondan teşekkür ve minnetdârlık istediği halde; o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup yahud hiçe sayıp şükretmeyerek yukarıya baksa, “Keşkebu minâre daha uzun olsa idi, daha yukarı çıksa idim! Âh, ne için o dağ gibi veyahud öteki minâre gibi çok yüksek değil!” deyip şekvâya başlasa, ne kadar bir küfrân-ı ni‘mettir ve ne kadar bir haksızlıktır.Öyle de, bir insan hiçlikten vücûda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayarak, hayvan kalmayarak, insan olup, müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir derece-i ni‘met kazandığı halde, bazı ârızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı ni‘metlere lâyık olmadığı veya sû’-i ihtiyârıyla veya sû’-i isti‘mâliyle elinden kaçırdığı veyahud eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman ne yaptım, böyle başıma geldi!” diye rubûbiyet-i İlâhiyeyi tenkîd etmek gibi bir hâlet; maddî hastalıktan daha musibetli, ma‘nevî bir hastalıktır. Kırılmış el ile dövüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyâdeleştirir. Âkil odur ki, لِكُلِّ مُص۪يبَةٍ (اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ) sırrıyla, teslîm olup sabretsin; tâ o hastalık, vazîfesini bitirsin gitsin.Ondokuzuncu Devâ: ..Yirminci Devâ: ...Yirmibirinci Devâ:....
En ziyâde musibete giriftâr olanlar, en kâmil insanlardır
Onikinci Devâ: Ey hastalık sebebiyle ibâdet ve evrâdından mahrum kalan ve o mahrumiyetten teessüf eden hasta! Bil ki, hadîsçe sâbittir ki; “Müttakî bir mü’min, hastalık sebebiyle yapamadığı dâimî virdinin sevabını, hastalık zamanında yine kazanır.” Farzları, mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkül ile ve farzları yerine getirmekle, o ağır hastalık zamanında yapamadığı sâir sünnetlerin yerini hem hâlis bir sûrette, hastalık tutar. Hem hastalık, insandaki aczini ve zaafını ihsâs eder. O aczin lisânıyla ve zaafın diliyle hâlen ve kālen bir duâ ettirir. Cenâb-ı Hak, insana hadsiz bir acz ve nihâyetsiz bir zaaf vermiş, tâ ki, dâimî bir sûrette dergâh-ı İlâhîye ilticâ edip niyâz etsin, duâ etsin. قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ fermanıyla yani, “Eğer duânız olmazsa, ne ehemmiyetiniz var?” diye olan âyetin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati ve sebeb-i kıymeti olan samîmî duâ ve niyâzın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i nazardan şekvâ değil, Allah’a şükretmek ve hastalığın açtığı duâ musluğunu, âfiyeti kesbetmekle kapamamak gerektir.Onüçüncü Devâ: Ey hastalıktan şekvâ eden bîçâre adam! Hastalık, bazılara ehemmiyetli bir definedir ve gāyet kıymetdar bir hediye-i İlâhiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o nev‘den tasavvur edebilir. Madem ecel vakti muayyen değil; Cenâb-ı Hak, insanı ye’s-i mutlaktan ve gaflet-i mutlakadan kurtarmak için, havf ve recâ ortasındaSayfa 219tutmak ve hem dünya ve âhiretini muhâfaza ettirmek için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ölüm gelebilir; eğer ölüm insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık ise, gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazen öyle bir kazancı olur ki; yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi, yirmi günde kazanır. Ezcümle; arkadaşlarımdan Allah rahmet etsin iki genç vardı. Biri İlamalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzâde Mustafa. Bu iki zât, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samîmiyette ve îmân hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum, hikmetini bilemedim. Vefatlarından sonra anladım ki; her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşâdıyla, sâir gāfil ve ferâizi terkeden gençlere bedel, en mühim bir takvâiçinde ve en kıymetdar bir hizmette ve âhirete nâfi‘ bir vaz‘iyette bulundular. İnşâallâh iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medâr oldu. Ben onların sıhhati için bazen ettiğim duâyı, şimdi anlıyorum, dünya i‘tibâriyle bedduâ olmuş. İnşâallâh o duâm, sıhhat-i uhreviye için kabûl olmuştur.İşte bu iki zât, benim i‘tikādımca, on sene bir takvâile elde edilecek bir kazanç kadar kâr buldular. Eğer bu ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliklerine güvenip, gaflet ve sefâhete atılsa idiler; ölüm de onları tarassud edip, tam günahların pislikleri içinde yakalasa idi; o nûrlar definesi yerine, kabirlerini yılanlar ve akrebler yuvası yapacaklardı. Madem hastalıkların böyle menfaati var, ondan şekvâ değil, tevekkül ve sabır ile şükredip, rahmet-i İlâhiyeye i‘timâd etmektir.Ondördüncü Devâ: Ey gözüne perde çekilen hasta! Eğer ehl-i îmânın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nûr ve ma‘nevî bir göz olduğunu bilsen, “Yüz bin şükür, Rabb-i Rahîmime!” dersin. Bu merhemi îzâh için bir hâdise söyleyeceğim. Şöyle ki, bana sekiz sene kemâl-i sadâkatle hiç gücendirmeden hizmet eden Barlalı Süleyman’ın halasının, bir vakit gözleri kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zannederek, “Gözüm açılması için duâ et” diyerek, câmi‘ kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübârek meczube kadının salâhatini duâma şefâatçi yapıp, “Yâ Rab! Onun salâhati hürmetine onun gözünü aç!” diye yalvardım. İkinci gün Burdurlu bir göz hekimi geldi,Sayfa 220gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok duâ ettim. İnşâallâh o duâm, âhireti için kabûl olmuştur. Yoksa benim o duâm, onun hakkında gāyet yanlış bir bedduâ olurdu.
Altıncı Devâ:(Hâşiye) Ey dünya zevkini düşünüp, hastalıktan ızdırab çeken kardeşim! Bu dünya, eğer dâimîHâşiye: Bu lem‘a, fıtrî bir sûrette tahattur ettiğinden, altıncı mertebede iki devâ yazılmış. Fıtrîliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır var diye değiştirmedik.Sayfa 215olsa idi ve yolumuzda ölüm olmasa idi ve firâk ve zevâlin rüzgârları esmese idi ve musibetli, fırtınalı istikbâlde, ma‘nevî kış mevsimleri olmasa idi, ben de seninle beraber senin hâline acıyacaktım. Fakat madem dünya bir gün bize, “Haydi dışarı!” diyecek, feryâdımızdan kulağını kapayacak, o bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar îkāzâtıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terketmeden, kalben biz onu terke çalışmalıyız. Evet, hastalık bu ma‘nâyı bize ihtâr ediyor ve diyor ki: “Ey hasta! Senin vücûdun taştan, demirden değildir. Belki dâimâ ayrılmaya müsâid muhtelif maddelerden terkîb edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazîfeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren!” kalbin kulağına gizli ihtâr ediyor. Hem madem dünyanın zevki ve lezzeti devam etmiyor. Hususan meşrû‘ olmazsa hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bil’akis hastalıktaki ma‘nevî ibâdet ve uhrevî sevab cihetini düşün, zevk almaya çalış.Yedinci Devâ: Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın, sıhhatindeki ni‘met-i İlâhiyenin lezzetini kaçırmıyor, bil’akis tattırıyor, ziyâdeleştiriyor. Çünkü bir şey devam etse, te’sîrini kaybeder. Hatta ehl-i hakîkat müttefikan diyorlar ki: اِنَّمَا الْاَشْيَٓاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani, “Her şey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa, ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa, harâret anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa, yemek lezzet vermez. Mide harâreti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa, âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir. Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit ihsânını ihsâs etmek ve her nevi‘ ni‘metini tattırmak ve insanı dâimâ şükre sevketmek istediğini, şu kâinâtta çeşit çeşit hadsiz envâ‘-ı ni‘meti tadacak ve tanıyacak derecede gāyet çok cihâzât ile insanı techîz etmesi gösteriyor. Elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi; hastalıkları, illetleri, derdleri de verecektir. Senden soruyorum, bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasa idi; sen başının, elinin, midenin sıhhatindeki lezzetli ve zevkli ni‘met-i İlâhiyeyi hissedip şükreder mi idin? Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; belki şuûrsuz o sıhhati, gafletle sefâhete sarf edecektin.Sayfa 216Sekizinci Devâ: Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar, keffâretü’z-zünûb olduğu, hadîs-i sahîh ile sâbittir. Hem hadîste vardır ki, “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşerse; îmânlı bir hastanın titremesi de, öylece günahları silker, döker.” Günahlar, hayat-ı ebediyede dâimî hastalıklardır. Bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan ve ruh için ma‘nevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekvâ etmezsen, şu muvakkat bir hastalık ile dâimî pek çok hastalıklardan kurtulursun. Eğer günahları düşünmüyorsan yahud âhireti bilmiyorsan veyahud Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki; milyonlar def‘a sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryâd et. Çünkü bütün dünyanın mevcûdâtıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadârdır. Mütemâdiyen firâk ve zevâl ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus âhireti bilmediğin için, ölümü i‘dâm-ı ebedî tahayyül ettiğinden, âdetâ yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücûdun var.
Üçüncü Devâ: Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemâdiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyârlaşması ve mütemâdiyen zevâl ve firâkta yuvarlanması şâhiddir. Hem insan, zîhayatın en mükemmeli ve en yükseği ve cihâzâtça en zengini, belki zîhayatların sultânı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek vâsıtasıyla, hayvanâta nisbeten en ednâ bir derecede, ancak kederli ve meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahat ve safâlarla ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî ve dâimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet, gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hâtırına getirtmek istemez. Sermâye-i ömrünü bâd-ı hevâ boş yere sarfettirir. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücûduna ve cismine der ki: “Lâyemût değilsin, başıboş değilsin, bir vazîfen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öylece hazırlan!” İşte bu hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve îkāz edici bir mürşiddir. Bundan şekvâ değil, belki bu cihetten ona teşekkür etmek lâzım; eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerektir.Dördüncü Devâ: Ey şekvâcı hasta! Senin hakkın şekvâ değil şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücûdun ve a‘zâSayfa 213ve cihâzâtın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek onlar başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Yirmialtıncı Söz’de denildiği gibi; meselâ, gāyet zengin, gāyet mâhir bir san‘atkâr; güzel san‘atını ve kıymetdar servetini göstermek için, miskin bir adama, bir ücrete mukābil, modellik vazîfesini gördürür. Bir saatçik zamanda, diktiği murassa‘ ve gāyet san‘atlı bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler, vaz‘iyetler verir. Hârika envâ‘-ı san‘atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaz‘iyetten bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun.” Böyle demeye hak kazanabilir mi? “Hürmetsizlik ve merhametsizlik ve insâfsızlık ettin” diyebilir mi?İşte aynen bu misâl gibi, Sâni‘-i Zülcelâl sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalb gibi nûrânî duygularla murassa‘ olarak giydirdiği cisim gömleğini, esmâ-yı hüsnâsının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaz‘iyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzâk ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem‘alar ve rahmetten şuâ‘lar ve o şuâât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında, sevimli güzel ma‘nâları bulursun.Beşinci Devâ: Ey maraza mübtelâ hasta! Bu zamanda tecrübelerimle kanâatim gelmiştir ki; hastalık bazılara bir ihsân-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmâniyedir. Bu sekiz dokuz senedir, liyâkatsiz olduğum halde, bazı genç zâtlar, hastalık münâsebetiyle duâ için benimle görüştüler. Dikkat ettim, hangi hastalıklı genci gördüm ise, sâir gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesâttan, bir derece kendini kurtarmış. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarını, bir ihsân-ı İlâhî olduğunu onlara ihtâr ediyordum. Ve derdim ki; “Kardeşim! Ben senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, duâ edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış.Sayfa 214Hastalık, vazîfesini bitirdikten sonra, Hâlik-ı Rahîm inşâallâh sana şifâ verir.” Hem derdim; “Senin bir kısım emsâlin sıhhat belâsıyla, gaflete düşüp, namazı terk ediyor, kabri düşünmüyor, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı düny...
YİRMİBEŞİNCİ LEM‘AHastalar RisâlesiYirmibeş devâdır. Hastalara bir merhem ve bir teselli ve ma‘nevî bir reçete ve bir “Iyâdetü’l-marîz” ve “Geçmiş olsun” ma‘nâsında yazılmıştır.İhtâr: Bu ma‘nevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkınde bir sür‘atle (Hâşiye) te’lîf edildiği gibi; hem umuma muhâlif olarak tashîhâta ve dikkate vakit bulunamadı. Te’lîfi gibi gāyet sür‘atle, ancak bir def‘a nazardan geçirildi. Demek müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş kalmıştır. Kalbe fıtrî bir sûrette gelen hâtırâtı, san‘atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tedkîkāta lüzûm görmedik. Okuyan zâtlar, hususan hastalar, bazı nâhoş ibârelerden veyahud ağır kelimelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da duâ etsinler.بِسْمِ للّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِاَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ ٭ وَالَّذ۪ي هُوَ يُطْعِمُن۪ي وَيَسْق۪ينِ ٭ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِŞu lem‘ada, nev‘-i beşerin on kısmından bir kısmını teşkîl eden musibetzede ve hastalara hakîkî bir teselli ve nâfi‘ bir merhem olabilecek Yirmibeş Devâ icmâlen beyân ediliyor.Birinci Devâ: Ey bîçâre hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana derd değil, belki bir nevi‘ devâdır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Eğer meyvesi bulunmazsa zâyi‘ olur. Hem ömür rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedâr ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor, tâ meyvelerini verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darb-ı mesel, dillerde destan olmuştur ki; “Musibet zamanı çok uzundur, safâ zamanı pek kısa olur.”Hâşiye: Bu risâle, dört buçuk saat zarfında te’lîf edilmiştir. Evet Evet Evet EvetRüşdü Re’fet Husrev Saîdü’n-Nûrsîİkinci Devâ: Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, senin ömür dakikalarını birer saat ibâdet hükmüne getirebilir. Çünkü ibâdet, iki kısımdır. Biri müsbet ibâdet ki; namaz, niyâz gibi ma‘lûm ibâdetlerdir. Diğeri menfî ibâdetlerdir ki; hastalıklar, musibetler vâsıtasıyla musibetzede, aczini ve za‘fını hisseder. Hâlik-ı Rahîmine ilticâ eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, ma‘nevî bir ibâdete mazhar olur. Evet hastalıkla geçen bir ömür, Allah’dan şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için ibâdet sayıldığına rivâyet-i sahîhavardır. Hatta bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibâdet hükmüne geçtiği; ve bazı kâmillerin bir dakikası, bir gün ibâdet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahîha ile ve keşfiyât-ı sâdıka ile sâbittir. Senin bir dakika ömrünü, bin dakika hükmüne getirip, sana uzun bir ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür et.
Dördüncü Hikmet: Ma‘lûmdur ki; kesret-i nesil, herkesçe matlûbdur. Hiçbir millet ve hiçbir hükûmet yoktur ki, kesret-i tenâsüle tarafdâr olmasın. Hatta Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş, تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنّ۪ي اُبَاه۪ي بِكُمُ الْاُمَمَ ev kemâ kāl yani, “İzdivâc ediniz; çoğalınız. Ben kıyâmette, sizin kesretinizle iftihâr edeceğim.” Halbuki tesettürün ref‘i, izdivâcı teksîr etmeyip, çok azaltıyor. Çünkü en serseri ve asrî bir genç dahi, refîka-i hayatını nâmuslu ister. Kendisi gibi asrî, yani açık-saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder. Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisâr altına alamaz. Çünkü; kadının âile hayatında müdür-ü dâhilî olması haysiyetiyle, kocasının bütün malına ve evlâdına ve her şeyine muhâfaza me’muru olduğundan, en esaslı hasleti sadâkattir, emniyettir. Açık-saçıklık ise, bu sadâkati kırar, kocasının nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir.Hatta erkeklerdeki iki güzel haslet olan cesâret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadâkate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazîfesi, ona hazinedârlık ve sadâkat değildir, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisâr altına alınmaz. Başka kadınları daSayfa 209nikâh edebilir. Memleketimiz Avrupa’ya kıyâs edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vâsıtalarla açık-saçıklık içinde nâmus bir derece muhâfaza edilir. İzzet-i nefis sâhibi birisinin karısına pis nazarla bakan, evvelâ boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm kıt‘ası, ona nisbeten memâlik-i hârredir. Ma‘lûmdur ki; muhîtin, insanın ahlâkı üzerinde te’sîri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi tahrîk etmek ve iştihâyı açmak için açık-saçıklık, belki çok sû’-i isti‘mâlâta ve israfa medâr olmaz. Fakat serîütteessür ve hassâs olan o memâlik-i hârredeki insanların hevesât-ı nefsâniyesini mütemâdiyen tehyîc edecek açık-saçıklık, elbette sû’-i isti‘mâlâta ve isrâfâta ve neslin za‘fiyetine ve sukūt-u kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde bir ihtiyâc-ı fıtrîye mukābil, herbirkaç günde kendini bir israfa mecbûr zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi ârızalar münâsebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbûr olduğundan, nefsine mağlûb ise fuhşiyâta meyleder.Şehirliler; köylülere ve bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde ve bedevîlerde, derd-i maîşet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münâsebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden ma‘sûme işçi ve bir derece kaba kadının kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsâniyeyi tehyîce medâr olamadığı gibi; serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyâs edilmez.Birden ihtâr edilen bir mes’ele-i mühimmeÂhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, tâife-i nisâiye ve onların fitnesi olduğu, hadîsin rivâyetlerinden anlaşılıyor. Evet nasıl ki târihlerde, eski zamanda “Amazonlar” nâmında gāyet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye, hârika harbler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de; bu zamanda, zındıka dalâletinin, İslâmiyete karşı yaptığı muhârebesinde, nefs-i emmârenin planıyla, şeytanın kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; açık bacak kadınlarla, yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacaklarıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i îmâna taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya,Sayfa 210ve fuhuşhâne yolunu genişlendirmeye çalışarak; çokların nefislerini birden esîr edip, kalb ve ruhlarını kebâirle yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. Birkaç sene nâ-mahrem hevesâtına göstermenin tam cezâsı olarak; o bıçaklı bacaklar, cehennemin odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadâkati kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten muhtaç olduğu münâsib kocayı daha bulamazlar.
Demek medeniyetin ref‘-i tesettürü, hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o ma‘den-i şefkat ve kıymetdar birer refîka-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukūttan, zilletten ve ma‘nevî esâretten ve sefâletten kurtarıyor. Hem kadınlarda, ecnebî erkeklere karşı fıtraten korkaklık ve tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktizâ ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak, sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmîsiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika, o gayr-i meşrû‘ zevkin belâsını çekmek ihtimâli var ve kesretle vâki‘ olduğundan, cidden şiddetle nâ-mahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister.Sayfa 207Ve tesettür etmekle nâ-mahremin iştihâsını açmamak ve tecâvüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtâr eder. Ve bir siperi ve kal‘ası, çarşafı olduğunu gösterir. Mesmûâtıma göre, merkez ve pâyitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahâlinin gözleri önünde, gāyet âdî bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların o hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor.İkinci Hikmet: Kadın ve erkek ortasında gāyet esaslı ve şiddetli münâsebet ve muhabbet ve alâka; yalnız dünyevî hayatın ihtiyâcından ileri gelmiyor. Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsûs bir refîka-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refîka-i hayat olacaktır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celbetmemek ve kocasını darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocasının, sırr-ı îmâna binâen onun ile alâkası, hayat-ı dünyeviyeye münhasır değil ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsûs, muvakkat bir muhabbet değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle ve hürmetle alâkadârdır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyârlık ve çirkinlik vaktinde dahi, o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukābil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsîs etmesi ve muhabbetini ona hasretmesi muktezâ-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, pek çok kaybeder.Hem şer‘an koca, karıya küfüv olmalı. Yani birbirine münâsib olmalı. Bu küfüv ve denk olmanın, en mühimmi diyânet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki; kadınının diyânetine bakıp kadınını taklîd eder. Refîkasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki; kocasının diyânetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diyerek takvâya girer. Veyl o erkeğe ki; sâliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefâhete girer. Ne bedbahttır o kadın ki; müttakî kocasını taklîd etmez. O mübârek ebedî arkadaşını kaybeder. Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki; birbirinin fıskını ve sefâhetini taklîd ediyorlar. Ve birbirinin ateşe atılmasına yardım ediyorlar.Üçüncü Hikmet: Bir âilenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekābile ve samîmî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık, o emniyeti bozar ve o mütekābil hürmet ve muhabbeti de kırar. ÇünküSayfa 208açık-saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit, o samîmî muhabbet ve hürmet-i mütekābile gitmekle beraber, gāyet çirkin ve gāyet alçakça bir hissi uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki; insan, hemşîresi misillû mahremlerine karşı fıtraten şehevânî hissi taşıyamıyor. Çünkü; mahremlerin sîmâları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsâs ettiği cihetle; nefsî ve şehevânî temâyülâtı kırar.
ilâ âhirihî âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefîhe ise, Kur’ân’ın bu hükmüne karşı muhâlif gidiyor. Tesettürü, fıtrî görmüyor, “Bir esârettir” diyor? (Hâşiye)Hâşiye: Mahkemeye karşı yazılan ve mahkemeyi susturan lâyiha-i temyîzin müdâfaâtından bir parçadır: Ben de adliyenin mahkemesine derim ki, bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı ictimâiyelerinde en kudsî ve hakîkatli bir düstûr-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsîrin tasdîklerine ve ittifâklarına istinâden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdadımızın i‘tikādlarına iktidâen tefsîr eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, rû-yu zemînde adâlet varsa, elbette o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.Sayfa 206Elcevab: Kur’ân-ı Hakîm’in bu hükmü, tam fıtrî olduğuna ve muhâlifi gayr-i fıtrî olduğuna delâlet eden çok hikmetlerden, yalnız dört hikmetini beyân ederiz.Birinci Hikmet: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktizâ ediyor. Çünkü kadınlar, hilkaten zaîfe ve nâzik olduklarından, kendilerini ve hayatlarından ziyâde sevdikleri yavrularını himâye edecek bir erkeğin himâye ve yardımına muhtaç bulunduklarından, kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskāle ma‘rûz kalmamak için, fıtrî bir meyilleri var. Hem kadınların on adedden altı yedisi, ya ihtiyârdır veya çirkindir ki; ihtiyârlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendisinden daha çok güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecâvüzden ve ittihâmdan korkar, taarruza ma‘rûz kalmamak için ve kocası nazarında hıyânetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyâde kendini saklayan ihtiyârlardır. Ve on adedden ancak iki üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Ma‘lûmdur ki; insan, sevmediği ve istiskāl ettiği adamların nazarlarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâ-mahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskāl eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nâzik ve serîütteessür olduğundan, maddeten te’sîri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan, elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık-saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ ediyorlar.Demek medeniyetin ref‘-i tesettürü, hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o ma‘den-i şefkat ve kıymetdar birer refîka-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukūttan, zilletten ve ma‘nevî esâretten ve sefâletten kurtarıyor. Hem kadınlarda, ecnebî erkeklere karşı fıtraten korkaklık ve tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktizâ ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak, sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmîsiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika, o gayr-i meşrû‘ zevkin belâsını çekmek ihtimâli var ve kesretle vâki‘ olduğundan, cidden şiddetle nâ-mahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister.Sayfa 207Ve tesettür etmekle nâ-mahremin iştihâsını açmamak ve tecâvüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtâr eder. Ve bir siperi ve kal‘ası, çarşafı olduğunu gösterir. Mesmûâtıma göre, merkez ve pâyitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahâlinin gözleri önünde, gāyet âdî bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların o hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor.
YİRMİDÖRDÜNCÜ LEM‘ATesettür hakkındadır.Onbeşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Mes’eleleri iken, ehemmiyetine binâen Yirmidördüncü Lem‘a olmuştur.بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِيَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَٓاءِ الْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَاب۪يبِهِنَّ ilâ âhirihî âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefîhe ise, Kur’ân’ın bu hükmüne karşı muhâlif gidiyor. Tesettürü, fıtrî görmüyor, “Bir esârettir” diyor? (Hâşiye)Hâşiye: Mahkemeye karşı yazılan ve mahkemeyi susturan lâyiha-i temyîzin müdâfaâtından bir parçadır: Ben de adliyenin mahkemesine derim ki, bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı ictimâiyelerinde en kudsî ve hakîkatli bir düstûr-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsîrin tasdîklerine ve ittifâklarına istinâden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdadımızın i‘tikādlarına iktidâen tefsîr eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, rû-yu zemînde adâlet varsa, elbette o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.Sayfa 206Elcevab: Kur’ân-ı Hakîm’in bu hükmü, tam fıtrî olduğuna ve muhâlifi gayr-i fıtrî olduğuna delâlet eden çok hikmetlerden, yalnız dört hikmetini beyân ederiz.Birinci Hikmet: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktizâ ediyor. Çünkü kadınlar, hilkaten zaîfe ve nâzik olduklarından, kendilerini ve hayatlarından ziyâde sevdikleri yavrularını himâye edecek bir erkeğin himâye ve yardımına muhtaç bulunduklarından, kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskāle ma‘rûz kalmamak için, fıtrî bir meyilleri var. Hem kadınların on adedden altı yedisi, ya ihtiyârdır veya çirkindir ki; ihtiyârlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendisinden daha çok güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecâvüzden ve ittihâmdan korkar, taarruza ma‘rûz kalmamak için ve kocası nazarında hıyânetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyâde kendini saklayan ihtiyârlardır. Ve on adedden ancak iki üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Ma‘lûmdur ki; insan, sevmediği ve istiskāl ettiği adamların nazarlarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâ-mahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskāl eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nâzik ve serîütteessür olduğundan, maddeten te’sîri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan, elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık-saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ ediyorlar.Demek medeniyetin ref‘-i tesettürü, hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o ma‘den-i şefkat ve kıymetdar birer refîka-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukūttan, zilletten ve ma‘nevî esâretten ve sefâletten kurtarıyor. Hem kadınlarda, ecnebî erkeklere karşı fıtraten korkaklık ve tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktizâ ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak, sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmîsiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika, o gayr-i meşrû‘ zevkin belâsını çekmek ihtimâli var ve kesretle vâki‘ olduğundan, cidden şiddetle nâ-mahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister.Sayfa 207Ve tesettür etmekle nâ-mahremin iştihâsını açmamak ve tecâvüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtâr eder. Ve bir siperi ve kal‘ası, çarşafı olduğunu gösterir. Mesmûâtıma göre, merkez ve pâyitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahâlinin gözleri önünde, gāyet âdî bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların o hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor.
loading
Comments 
loading