DiscoverTarihin Öteki Yüzü
Tarihin Öteki Yüzü
Claim Ownership

Tarihin Öteki Yüzü

Author: ÖZGÜRÜZ RADYO | Ayşe Hür

Subscribed: 324Played: 9,683
Share

Description

Ayşe Hür, Tarihin Öteki Yüzü programıyla, her hafta gündemdeki bir olayı, siyasal tarih ışığında ele alıyor.
232 Episodes
Reverse
Taşnak eylemcileri 26 Ağustos 1896 günü İstanbul’da Osmanlı Bankası’na bir baskın düzenlediler. Olaylar ufak tefek aksiliklere rağmen eylemcilerin planladığı gibi başladı ama Ermeni toplumu açısından kötü bitti.
Batı literatüründe adıyla “Kan iftirası”, Osmanlı literatüründeki adıyla “İğneli Fıçı” hikayeleri Yahudilerin çocukların kanlarını dini ayinlerde ve bayramlarda kullandıkları yönündeki iftira ve suçlamalardır. Hıristiyan antisemitizminin en meşhur unsurlarından biri olan bu iftiralar Antik dönemden yakın tarihlere kadar Avrupa'da Yahudilere karşı yapılan zulümlere dayanak yapılmıştır. Peki Osmanlı ülkesinde durum nasıldı? Osmanlı Yahudileri bu iftiradan kurtulabilmişler miydi?
Çanakkale Savaşı'nın efsanelerinden biri de 10 Ağustos 1915 günü saat 06.05’te Conkbayırı’ndaki muharebe sırasında bir şarapnel parçasının Mustafa Kemal’in ceketinin sağ üst cebindeki yani göğsünün hizasındaki saate çarpması, saat parça parça olduğu halde Mustafa Kemal'in ölümden dönmesine dairdir. Üstelik Mustafa Kemal “duyulursa askerin morali bozulur” diye bu olayı kimseye söylememiştir. Olaydan 6 saat kadar sonra bu hasarlı saati Çanakkale Savaşı’nın Kumandanı Alman Mareşali Liman von Sanders’e hatıra olarak vermiş, Sanders de kendisine aile yadigarı kendi saatini vermiştir. Bu iddialar doğru mudur, doğruysa bu tarihi saatler nerededir?
Müttefikler tarafından Lozan Konferansı’na davet edildiğinde ABD, Müttefiklere verdiği 30 Ekim 1922 tarihli muhtırada, Osmanlı Devleti ile savaş halinde olmadığından ve Lozan Konferansı da, Müttefikler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki savaş halini sona erdirme amacını güttüğünden, Amerika’nın, “siyasî ve mülkî düzenlemelerin sorumluluğunu üzerine almayı istemediğini, ancak bunun ABD’nin kendi çıkarlarını gözetmeyeceği anlamına gelmediğini, dolayısıyla Konferans’a “gözlemci” olarak katılacağı bildirilmekteydi. Dolayısıyla ABD 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’na imza koymadı, ama 6 Ağustos 1923 tarihinde Türkiye ile ayrı bir anlaşma imzaladı. Lozan’da imzalandığı için ilkiyle karıştırılan bu anlaşmanın ABD Senatosu’nda onaylanması ise hiç kolay olmadı.
1918'de Cihan Harbi'nin Osmanlı İmparatorluğu ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitmesinden sonra, Büyük Devletler sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun değil, büyük bir kısmı onun parçası olan Kürdistan coğrafyasının kaderini de belirlemeye çalıştılar. Daha önce Kürtlerin Bakur dediği (Kuzey-Türkiye) parçasındaki toplumsal ve siyasal gelişmeleri ele almıştık. Bu sefer de Başur (Güney-Irak), Rojhilat (Doğu-İran) ve Rojava (Batı-Suriye) ve Kurdistane Sor (Kızıl Kürdistan-SSCB) topraklarında yaşayan Kürtler ne istiyorlardı, tavırları ne oldu, ona bakalım.
4-11 Ekim 1922 tarihleri arasında Mudanya’da mütareke görüşmeleri sürerken, İtilaf Devletleri Sultan Vahdeddin’e müracaat ederek İstanbul Hükümeti’nin de Lozan’da yapılacak barış görüşmelerine bir heyet göndermesini istemişti. İtilaf Devletleri’nin Türk tarafındaki çift başlılıktan yararlanmak istedikleri anlaşılıyordu ama Mustafa Kemal’in buna tepkisi çok sert ve akıllıca oldu. İki başlılığı ortadan kaldırmak gerekçesiyle 2 Kasım 1922 gecesi Saltanat ilga edildikten hemen sonra Lozan'a gönderilecek Murahhaslar (Delegeler) Heyeti seçimlerine geçildi. Heyetin başkanlığı için Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) Reisi Rauf Bey başta olmak üzere Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey, sabık Dahiliye Vekili Fethi Bey ve hatta Kâzım Karabekir Paşa gibi Millî Mücadele'nin ağır topları beklenti içine girmişlerdi. Özellikle Rauf Bey, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi'ni imzalamış olmanın ezikliğiyle, o kötü hatırayı bir zaferle silmek arzusu içindeydi. Ancak Mustafa Kemal'in Lozan için uygun gördüğü isim Mudanya Mütarekesi’nin başarılı görüşmecisi, her daim kendisine sadık Garp Cephesi Kumandanı İsmet Bey idi.
II. Abdülhamit'i tahttan indirmek için yürüttükleri faaliyetin son aşamasında terörle hem devlet ricalini hem de halkı sindiren İttihatçıların beklediği fırsat 9-12 Haziran 1908 tarihlerinde Britanya Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola’nın Reval’de (bugün Estonya’nın başkenti Tallinn) bir araya gelmesi oldu. Reval’de Osmanlı İmparatorluğu’nun “taksimine karar verildiği” şayiaları yayılarak ortam gerilmiş, cemiyetin fedaileri, 1908 Haziran’ından itibaren Balkanlarda tam bir terör estirmişlerdi. 11 Haziran 1908 günü Selanik Merkez Kumandanı Yarbay Nâzım Bey (ki Enver Bey'in kız kardeşi Hasene'yle evliydi), Saray'a bildirmek üzere İttihatçıların adının bulunduğu 397 kişilik tevkif listesi hazırladığı gerekçesiyle, İstanbul-Akaretler'deki evinde vuruldu ancak öldürülemedi. Ardından 3 Temmuz 1908 sabahı şafakla birlikte, Kolağası Resneli Niyazi Bey, 200 kişiyle dağa çıktı. Onu Binbaşı Enver Bey’in ve Binbaşı Eyüp Sabri’nin taburları takip etti. İttihatçıların ünlü tetikçisi Yakup Cemil de Enver Bey’in yanındaydı. Bundan sonra suikastler birbirini takip etti.
Ölü bedeni yakmaya "kremasyon", bu eylemin yapıldığı mekanlara "krematoryum" deniliyor. Kremasyonun tarihi çok eskilere gidiyor. Avrupa'da MÖ 3 binli yıllarda ortaya çıkmış ama MÖ 600'lü yıllarda Yunan medeniyetinde, onu takiben Roma İmparatorluğu'nda itibarlı insanların başvurduğu bir yöntem olmuş. Hristiyanlığın doğuşuyla tekrar gömme adetine dönülmüş. Orta Asya'daki toplumlarda ise MÖ 3 binli yıllarda cesetlerinin toprağa gömüldüğünü, MÖ 2 binli yıllarda cesetlerin yakılmaya başladığını ve bu tarihten Göktürklerin sonuna (MS 542) yılına kadar bu geleneğin devam ettiğini biliyoruz.
Divan-ı Lügat’it Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud’a göre (ö.1105), ‘bayram’ kelimesi ‘Farsça ‘bezrem/bezram’ kelimesinden gelir. Bezrem, ‘yiyip içme, konuşup eğlenme meclisi’ anlamına gelen ‘bezm’ ile ‘hoş ve sevinçli’ anlamı taşıyan ‘ram’ kelimesinin birleşmesinden oluşur. Kelime zamanla bazı seslerini kaybederek ‘bayram’a dönüşmüştür. Arapçada ise bayram kelimesinin karşılığı ‘i(y)d’dir ki ‘tekrar dönmek’ anlamına gelen ‘ivd’ kökünden gelmektedir. İbnü’l-Arabi gibi lügatçiler ‘bayramın her yıl kutlanması’ ile ‘dönmek’ fiili arasında bir ilinti kurarlar.
Yahya Tezel’e göre 1914 yılı başında nominal değeri 157 milyon sterlin olan Osmanlı dış borç tahvillerinin yüzde 48’i Fransız, %19’u Alman ve %13’ü İngilizlerin elindeydi. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması uyarınca Osmanlı borçlarının yüzde 67’sinin yani 107,5 milyon altın Osmanlı lirasının Türkiye tarafından ödenmesi kararlaştırılmıştı. Ödeme işlerini de Düyun-u Umumiye İdaresi yönetecekti. Bu karar, 1 Aralık 1928 tarihli TBMM oturumunda oylandı ve kabul edildi. Buna göre Türkiye 1929 yılından başlayarak ilk yedi yıl, yılda 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 yılından itibaren taksitler artacak ve 1952 yılında 3,4 milyon altın lirayı bulacaktı.
İktidarın bilmem kaçıncı kez “100. yıla 100 il” vaadi aklıma DP döneminin ünlü operasyonlarını aklıma getirdi. Bunlardan ilki Kırşehir’in ilçe yapılarak Nevşehir’e bağlanması, diğeri, Malatya’nın bölünüp ondan Adıyaman ilinin çıkarılması nihayet Abana ilçesinin köy yapılarak, ilçe merkezinin adı Bozkurt olarak değiştirilen Pazaryeri köyüne aktarılması. İlkinin gerekçesini anlamak için İlkinin hikayesini anlamak için 1946-1973 arasının ünlü politikacısı Osman Bölükbaşı’yı tanımanız gerekir.
Tanzimat’a (1839) kadar, aynen Avrupa’da olduğu gibi deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı Devleti’nde ‘hapsetmek’ denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Yargılama süresi kısa olduğundan hapislik de kısa sürerdi.
Batı’da Bizanslılar ve Ermenilerle, doğuda Perslerle, güneyde Araplarla yaşam alanı için mücadele eden Kürtlerin, bu dört gücün üstüne bir de Avrupalılarla tanışması Malazgirt’ten yaklaşık bir asır sonra başlayan Haçlı Seferleri ile olmuştu. Haçlı Seferleri, Papa II. Urbanus’un 27 Kasım 1095’te toplanan Clermont Konsili’nde Kutsal Toprakları kurtarmak için yaptığı çağrı ile başlamış, Birinci Haçlı Seferi sırasında, 15 Temmuz 1099 günü Haçlı ordularının eline geçen Kudüs’ü geri alma şerefi ancak 88 yıl sonra, Musul Atabeyi Nureddin Zengi'nin Kürt komutanlarından Şirkuh’un yeğeni Selahaddin Eyyübi’ye nasip olacaktı.
1871 Paris Komünü

1871 Paris Komünü

2023-05-2652:04

Biraz geriden başlayayım. 19 Temmuz 1870’de Fransa İmparatoru III. Napolyon, Prusya’ya savaş açmış, savaş hiç de Napolyon’un hayal ettiği gibi gelişmemişti. 2 Eylül 1870’te Napolyon’un ordularının Sedan’da yenilmesinden ve Napolyon'un esir düşmesinden iki gün sonra, Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edildi ve Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu. Başına da General Louis Jules Troucheau getirildi. Böylece fiilen Üçüncü Cumhuriyet başlamış oldu. O sırada henüz şehzade olan II. Abdülhamit’in, savaşı Prusya'nın kazanacağına dair 100 sterlin’e bahse girdiği söylenir.Bu günlerde, Parisliler için bile hayat çok zordu, yabancılar için iki kat zordu. Böylece 1867'den beri Paris'te sürgünde olan Yeni Osmanlıların liderlerinden Namık Kemal Viyana’ya gitti. Ziya Paşa Brüksel’e geçti. Ama Mehmed, Reşat ve Nuri beyler Paris’te kalmayı tercih ettiler.
Ankara’nın ilk istihbarat örgütü 23 Eylül 1920’de kurulan Hamza Grubu’ydu. TBMM Hükümeti ile Hamza Grubu arasındaki haberleşmede kullanılan şifre anahtarı İngilizlerin eline geçince grup 15 Aralık 1920’de ad değiştirdi. Sırasıyla Mücahid Grubu, Muharib Grubu, Felah Grubu diye adlandırıldı ama istihbarat faaliyeti esas olarak, Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk ve Fevzi (Çakmak) Paşa tarafından kurulan Müdafaa-i Milliye adlı askeri gruplarca yürütüldü. Karşı casusluk faaliyetleri ise esas olarak İngilizlerin Black (Kara) Jumbo teşkilatı tarafından yürütüldü.
Mahmud Ragıp Kösemihal, “Türkiye-Avrupa Musiki Münasebetleri” adlı eserinde şöyle der: “Eski Çin kaynaklarının yazdığına göre milattan iki asır öncelerine kadar gerçi Çinliler muharebede musiki kullanırlardı. Fakat Türkistanlıların harp çalgıları daha çeşitli idi. Milattan önceki 115 ila 138 yıllarında Fergana’ya ve belki de Baktriyan’a kadar gelen Çin General ve siyasetçisi Şan-Kiyen dönüşte Türkistan asker çalgılarını da Çin’e götürdü. Bunlar Tatar Borusu, ağaç kabuğundan yapılıp üzerinde parmak delikleri bulunan ve ileri ağzı deveboynu gibi eğri başka bir Tatar üfleme çalgısı ve çift düdüklü bir ağız sazından ibareti. Ses veren ağzı deve boyun gibi eğri, üstünde perde delikleri bulunan ve Houkya dedikleri Tatar korneti Moğol orkestrasında da kullanılıyordu.” Bu "orkestradan" Batı tarzı bandoya, "bazı sesler çıkarmaktan" "marşlar" bestelemeye giden yolu anlatacağım bu programda.
1973 baharında Sunay’ın görev süresi biterken Ağustos 1972’de Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler, cumhurbaşkanı olma umuduyla görevinden istifa etmiş ve Senato’ya girmişti Ancak ordunun siyasi partileri ikna turları sonuç vermedi. Askerlerin tehdit ve markajı altında seçimlere geçildi. Oylar Gürler ile AP’nin asker kökenli adayı Tekin Arıburun ve Demokratik Parti (DP) adayı Ferruh Bozbeyli arasında bölündü, defalarca oylama yapıldı ama üç aday da seçilemedi. Dolayısıyla yeni bir kriz kapıdaydı...
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yönünü Batı’ya çeviren Türkiye’nin bu dönemdeki ilk muhalif partisi, 18 Temmuz 1945’te kurulan Milli Kalkınma Partisi (MKP) oldu. Bunu 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti DP) izledi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’nin büyük çoğunlukla iktidara gelmesinden sonraki en önemli konu yeni cumhurbaşkanının seçilmesiydi. DP’nin cumhurbaşkanı “her daim İttihatçı” bir "sivil", Celal Bayar oldu. Onu 27 Mayıs 1960 darbecilerinin lideri "Aga" Cemal Gürsel izledi. Gürsel’i ise “idare-i maslahatçı” bir asker, Cevdet Sunay izleyecekti.
1763’te Resmi Efendi’nin Berlin’e elçi olarak gitmesiyle başlayan Osmanlı-Alman dostluğu 1793 yılından itibaren Osmanlı ülkesine gelen Prusyalı askerlerle güçlenmeye başlamış; 1889 ve 1898'de Alman Kayzeri II. Wilhelm’in İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid’i ziyaretleri ile perçinlenmiş, nihayet 1914-1918 Cihan Harbi’nde silah arkadaşlığına dönüşmüştü. Harp yıllarının en trajik olayı ise, İTC liderliğinin İmparatorluğun Ermeni tebaası için hazırladıkları korkunç plan uyarınca, 24 Nisan 1915 günü İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerini Çankırı ve Ayaş’a sürgün etmeleriyle başlayan, katliamlarla devam eden, nihayet soykırım halini alan "tehcir" idi. Bu kanlı süreçte Almanların tavrı, suçları ve sorumluluğu neydi?
1908 coşkusu hâlâ sürerken tarihe “31 Mart Vak’ası” veya “31 Mart Olayı” olarak geçen ayaklanma patlak verdi. Olay, bugün kullandığımız Miladi takvime göre 13 Nisan 1909 günü yaşanmıştı ama o tarihte kullanılan Rumi takvime göre 31 Mart 1325 günü meydana geldiği için böyle adlandırılmıştı. Ana karakteri itibariyle Osmanlı tarihinde sıkça görülen, “Patrona Halil”, “Kabakçı Mustafa” benzeri Yeniçeri ayaklanmaları geleneği içinde yer alan ve “alaylı” askerlerin “mektepli” askerlere yönelik bir gövde gösterisi olan olayın arka planı çok karmaşıktı...
loading
Comments (1)

Podcast

18. dakikadan sonra ses yok sanırım

Dec 29th
Reply
loading
Download from Google Play
Download from App Store