Discover
Açık Bilim Cepyayını

57 Episodes
Reverse
41.bölümümüzde cazip çekici kelimelerimiz: Manav ve Mürekkep
Sitenin kodları ve şu anki kelimeler:
https://github.com/bagerakbay/rassalYuruyus/blob/master/konular
Siz de kelimeleri rastgele olarak kullanmak isterseniz buradan kullanabilirsiniz.
http://rastgele.bagerakbay.com/
http://rastgele.bagerakbay.com/masal/
Logo üreteci:
https://github.com/bagerakbay/rassalYuruyus/tree/master/logo
Yeni sezonun bu ikinci bölümünde Kaan Öztürk ve Tevfik Uyar, Tevfik Uyar'ın da yazarı olduğu yeni bir makaleyi esas alarak Fermi Paradoksu ve Etmen Tabanlı Modellemeden bahsettiler.
Makale adresi:Uyar, T., & Özel, M. (2020). Agent-based modelling of interstellar contacts using rumour spread models. International Journal of Astrobiology, 19(6), 423-429. doi:10.1017/S1473550420000191
Yayında bahsi geçen bağlantılar:
Schelling Ayrışma Modeli: http://www.acikbilim.com/2013/04/video-gorsel/video-schelling-ayrisma-modeli.html
Conway Hayat Oyunu: http://www.acikbilim.com/2012/03/dosyalar/hayat-nasil-bir-oyundur.html
Ücretli abonemiz olarak bize destek vermek için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz: https://www.patreon.com/acikbilim
Bu programımız mevcut Patreon destekçilerimizin katkılarıyla yayınlandı (Patreon’da yer alan isimleriyle):
Sule Civi, yesatalim, Evren Akal, Kaya Gökçe Dinçyürek, Okan Ulas Gezeroglu, Zeynep Kiziltan, Tevfik Uyar, Gursel Mutlu, Melis Aritman Alp, Evren Aslankaraoğlu, Çağrı Yalgın, Cenk Altı, Arman Sernaz, Cem Karaoguz, Enes Topcu, Ali Ihsan Sakin, Bunyamin Simsek, Banu Yelkovan, Guven atbakan, Melike Ceren İnan, Arif Akar, Gamze, fatih karagülle, Cem Mergenci, Baris Parlak, Emre Yorgancıgil, Irmak Akpınar, Cengiz Aytun, Serdar Sabri Özkubilay, Deniz YILDIZ, Sercan Bayram, Orhun Emre Çelik.
Bager Akbay & Tevfik Uyar tarafından Rassal Yürüyüş'ün bu bölümünde cazip çekici kelimeler: KRİZ ve VARKALIM
Sitenin kodları ve şu anki kelimeler:https://github.com/bagerakbay/rassalYuruyus/blob/master/konular
Siz de kelimeleri rastgele olarak kullanmak isterseniz buradan kullanabilirsiniz.http://rastgele.bagerakbay.com/
http://rastgele.bagerakbay.com/masal/
Logo üreteci:https://github.com/bagerakbay/rassalYuruyus/tree/master/logo
Prof. Dr. Mustafa Çetiner, Çin'den tüm dünyaya yayılan ölümcül Korona Virüsü hakkında merak edilenleri anlatıyor. Virüsün nasıl ortaya çıktığını, nasıl yayıldığını, korunmak için neler yapmamız gerektiğini açıklıyor.
Prof. Dr. Mustafa Çetiner'in bu yayınını Youtube'dan izlemek için tıklayın.
Haberler:
MIT Mühendisleri hiçbir hareketli parçası olmayan uçak üretmeyi başardı. Küçük ve hafif uçak takatini iyonik rüzgârdan alıyor. Kaynak: https://www.sciencedaily.com/releases/2018/11/181123135137.htm
Polonya’da yeni bir disinodont, yani memeli benzeri sürüngen bir canlıya ait fosiller keşfedildi. Lisowicia bojani adı verilen türün özelliği devasa boyutlarda olması.Kaynak: https://www.sciencedaily.com/releases/2018/11/181123134400.htm
Hollandalı biyoteknoloji şirketi Diagnoptics, sadece cilde ışık tutarak erken diyabet ve kalp hastalıkları tanısı koymaya yarayan bir teknik geliştirdi. Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2186297-diabetes-can-be-diagnosed-by-simply-shining-a-light-on-your-skin/
Hindistan 2023’te Venüs yörüngesine yerleştirmeyi düşündüğü uydu için uluslararası bilim insanlarına çağrıda bulundu. Açıklanan plana göre uyduyla birlikte atmosferde salınarak ölçüm yapacak bir de balon gönderilecek. Kaynak: https://www.sciencemag.org/news/2018/11/india-seeks-collaborators-mission-venus-neglected-planet
Seslendirenler: Kübra Karacan, Doğukan Güzelşen
Müzik: Zamanusta, "Kararlı Denge" http://www.acikbilim.com
https://www.youtube.com/watch?v=wvCrkApPAng
Distinctively redefine reliable human capital via prospective metrics. Assertively synergize real-time partnerships for tactical partnerships. Distinctively foster user-centric web services and an expanded array.
A wonderful serenity has taken possession of my entire soul, like these sweet mornings of spring which I enjoy with my whole heart. I am alone, and feel the charm of existence in this spot, which was created for the bliss of souls like mine. I am so happy, my dear friend, so absorbed in the exquisite sense of mere tranquil existence, that I neglect my talents. I should be incapable of drawing a single stroke at the present moment; and yet I feel that I never was a greater artist than now.
When, while the lovely valley teems with vapour around me, and the meridian sun strikes the upper surface of the impenetrable foliage of my trees, and but a few stray gleams steal into the inner sanctuary, I throw myself down among the tall grass by the trickling stream; and, as I lie close to the earth, a thousand unknown plants are noticed by me: when I hear the buzz of the little world among the stalks, and grow familiar with the countless indescribable forms of the insects and flies, then I feel the presence of the Almighty, who formed us in his own image, and the breath of that universal love which bears and sustains us, as it floats around us in an eternity of bliss; and then, my friend, when darkness overspreads my eyes, and heaven and earth seem to dwell in my soul and absorb its power, like the form of a beloved mistress, then I often think with longing, Oh, would I could describe these conceptions, could impress upon paper all that is living so full and warm within me, that it might be the mirror of my soul, as my soul is the mirror of the infinite God!
I should be incapable of drawing a single stroke at the present moment; and yet I feel that I never was a greater artist than now.
O my friend -- but it is too much for my strength -- I sink under the weight of the splendour of these visions! A wonderful serenity has taken possession of my entire soul, like these sweet mornings of spring which I enjoy with my whole heart. I am alone, and feel the charm of existence in this spot, which was created for the bliss of souls like mine. I am so happy, my dear friend, so absorbed in the exquisite sense of mere tranquil existence, that I neglect my talents.
When, while the lovely valley teems with vapour around me, and the meridian sun strikes the upper surface of the impenetrable foliage of my trees, and but a few stray gleams steal into the inner sanctuary, I throw myself down among the tall grass by the trickling stream; and, as I lie close to the earth, a thousand unknown plants are noticed by me: when I hear the buzz of the little world among the stalks, and grow familiar with the countless indescribable forms of the insects.
Objectively foster multidisciplinary e-commerce via corporate markets. Intrinsicly disseminate extensive users via timely architectures. Assertively repurpose global methods of empowerment rather than fully researched bandwidth. Holisticly.
Şahinleşmek, Türk dil kurumuna göre “herhangi bir düşünce konusunda keskinleşmek, sertleşmek, katı bir duruş sergilemek” anlamına geliyor. Buna alternatif, çeşitli derecelerde şahinleşmeyi ifade eden daha pek çok cümle kullanırız: İnatlaşmak, diretmek, “nuh demek peygamber dememek” gibi…
İnsanların pek çok konuda görüşleri vardır. Siyaset, din gibi toplumsal kurumlar, evlilik, boşanma gibi toplumsal olgular, hemen hepimizin hakkında görüş sahibi olduğu konulardır. Elbette herkesin görüş sahibi olduğu bu popüler konularda “neyin iyi olduğu” sorusuna yanıt olarak farklı yanıtlar verilir. İnsanların bu yanıtlarından oluşan dünyaları onların “hayat görüşünü” oluşturur. Peki hayat görüşlerimiz gerçekten de hepimizin düşünerek oluşturduğu rasyonel, yani akla uygun ve mantıklı çıkarımlardan mı oluşmaktadır? Bazen hayır, bazen evet.
Esasında herhangi bir konuda tamamen bağımsız ve rasyonel bir görüş üretmek o kadar da kolay değildir. Hayat görüşümüzü pek çok dış etken belirler. Bu etkenler çok çeşitlidirler ama bu yazıda yetiştirilme tarzı, ailemiz vb. klasik etkenlerden ziyade, bu klasik etkenlerin yarattığı sosyal ve psikolojik süreçlere değineceğiz.
İdeolojiler ve Bilişsel Tutarlılık
Öncelikle doğruluğuna inandığımız ideolojilerin hayat görüşümüzü şekillendirdiğini belirtmekte fayda var. Buna “zaten hayat görüşümüz nedeniyle o ideolojiyi tercih etmiyor muyuz?” şeklinde itiraz edebilirsiniz fakat bu söylediğinizi insanların pek azı gerçekleştirebilir; “bilişsel tutarlılık” teorisi, düşüncelerimizin davranışlarımızla, davranışlarımızın da birbiriyle ve ilişkili olan diğer düşüncelerle tutarlı olması gerektiğini, insanın huzurlu hissetmesinin ve özsaygısını korumasının ancak böyle mümkün olduğunu söyler. Zaten ideolojinin tanımı da "hayatın her alanını aynı bakış açısı örüntüsüyle ele alma"dır.
Ne var ki ideolojik düşünmeyi ortaya çıkaran "bilişsel tutarlılık" ilkesi aynı zamanda ideolojilerden sapmaları da kendimize açıklayabilmemizi sağlar. Normalde bir yandan ifade özgürlüğünü savunurken diğer yandan kitapların yakılmasını savunamazsınız; fakat eğer bazı kitaplar yakılıyor ve buna çeşitli nedenlerle ses çıkarmıyor / çıkaramıyorsanız bu defa bilişsel tutarlılık gereği, “bazı kitapların yakılması gerektiği”, “zaten o kitapların çok tehlikeli olduğunu” düşünmek, kendinize bu minvalde açıklamalar üretmek zorundasınızdır. Elbette birileri böyle bir durumda size tutarsız olduğunuzu iddia edecektir; ve evet: Özsaygınız gereği bunu kabul etmeniz o kadar kolay değildir. O halde “tutarlı bir insan olduğunuzu” hem başkalarına –hem de bilinçsizce kendinize- kabul ettirmek için, bazı kitapların yakılması gerektiği görüşünüzde şahinleşmek durumunda kalabilirsiniz.
Bilişsel tutarlılığa verilecek en güzel örnek, sigara tiryakilerinin sigara hakkındaki görüşleridir. Sigara içme davranışı, “sigaranın çok zararlı olduğu” fikri ile tutarsızlık gösterir. Bireyin tutarlı olarak huzura erişmesinin iki yolu vardır: Ya sigarayı bırakarak davranışını değiştirecektir, ya da fikrini “sigaranın aslında o kadar zararlı olmadığı” yönünde değiştirecektir. Çevremizde sıkça şahit olduğumuz ya da kendimizden bildiğimiz bu davranışın bir benzeri çeşitli deneylerle gösterilmiştir. Bu deneylerden birinde kahve içmenin neden olabileceği hastalıklarla ilgili bir seminer verilmiş ve çıkışta katılımcılara dinledikleri semineri değerlendirebilecekleri bir form verilmiştir. Yapılan istatistiki analizler göstermiştir ki kahve tüketicileri seminerde anlatılanları kahve tüketmeyenlere göre daha abartılı bulmuştur.
Sosyal Uyum
Hayat görüşümüzü etkileyen etmenlerden birisi de nasıl bir çevrede yaşadığımız, kimlerle arkadaşlık ettiğimizle alakalıdır ve aslında sahip olduğumuz görüşlerin gerçekten de bizim mi, yoksa içinde yaşadığımız toplumun görüşleri mi olduğunu ayırt etmek çok güçtür. Çoğu zaman doğruluğundan emin olduğumuz şeylerden bile, çevremizdekilerin tamamının bizden farklı düşünmesi nedeniyle şüpheye düşebiliriz.
Yaşam nedir ve belki daha da önemlisi, neden var? Ahlaki veya teolojik bir soru değil benimkisi; milyonlarca yıl önce, dünyada hiçbir yaşam varlık göstermezken, nasıl oldu da ilk canlılar ortaya çıktı? İşte, çıktılar bir şekilde! Ama nasıl? Fiziksel teorilerle bunu anlayabilir miyiz, yoksa sadece deneye mi başvurmalıyız? Bütün bu soruların henüz kesin bir cevabı yok, ama son birkaç yıl içerisinde yapılan atılımlarla, ciddi fikirlerimiz oluşmaya başladı.
Yeryüzünde canlılığın ortaya çıkışı ile ilgili pek çok teori ve varsayım mevcut. Bunlar arasında en kabul göreni, ki deneysel olarak en azından çalışırlığı gösterilmiş olanı “ilkel çorba modeli”[1]. Ta lisedeki derslerden de hatırlayabileceğiniz gibi, bu teori atmosferdeki karbondioksit ve azot gazları ile okyanuslardaki suların (aynı zamanda su buharının) belli sıcaklıklarda ve belli çevresel etkenlerin varlığı altında, mesela güneşten gelen morötesi ışınlar sayesinde zaman içerisinde organik molekülleri üretmek üzere bir araya geleceği üzerine kurulu. Kısaca hatırlayalım; ilkel atmosferde yoğun olarak karbondioksit, metan ve azot gazları mevcuttu. Aynı zamanda yeryüzünde de sıvı halde su vardı. Ortam şimdikine göre daha sıcaktı ve çok şiddetli yıldırımların oluştuğu, şimşeklerin çaktığı hareketli bir hava durumu vardı. Eğer aynı ortamı bir deney düzeneğinde tekrarlarsanız, ortamdaki gazların su ile tepkimeye girerek öncül amino asitleri ve diğer temel organik bileşikleri oluşturduklarını görürsünüz. Elbette, bu tepkimeler için gereken enerji de ortam sıcaklığı ve yıldırımlar ile sağlanıyor. Ortaya çıkan öncül bileşikler zaman içerisinde bir araya gelerek daha karmaşık yapıları üretiyor. Alexander Oparin ile John Haldene’in geliştirdiği Harold Urey ve Stanley Miller [2] tarafından da doğruluğu test edilen bu model, ilkel yaşamın ne şekilde ortaya çıkmış olabileceğine ışık tutuyor.
İlkel atmosferden esinlenerek yaratılmiş bir görsel. Hem aktif atmosfer hareketleri, hem de diğer dış etmenler çorbada hayat için gerekli enerjiyi sağlıyordu. Kaynak: archaeologynewsnetwork.blogspot.com
Karmaşık organik bileşiklerin varlığı illa ki canlı hayatı göstermiyor. Oluşan bu bileşikler pekala hiçbir canlılık aktivitesi göstermeden de varlıklarına devam edebilir. Yani, doğum, kendi ihtiyacı olan molekülleri üretme, çoğalma ve ölüm. O halde, bunları bir araya getirip canlılığı ortaya çıkaran güç nedir? Aklınızdan geçen her neyse, bunun cevabı termodinamik ve enerji-entropi ilişkisinde gizli.
Hemen kısaca termodinamik ile enerji ve entropiden bu yazı ile ilgili olduğu kadar bahsedelim. Termodinamik, anlam olarak ısı hareketi demektir ve temelde enerjinin, yani iş yapabilme yetisinin nasıl diğer enerji formlarına, özellikle de işe ve ısıya dönüştüğünü inceleyen oldukça kadim bir bilim dalıdır. Entropi ise, termodinamiğin en önemli değişkenlerinden birisi olup sistemdeki düzensizliği ifade etmede kullanılır. Bir sistem ne kadar düzensizse, yani ne kadar çok farklı durumda bulunabiliyorsa, entropisi de o kadar yüksektir. Termodinamiğin dört yasasından bir tanesi enerjinin yoktan var edilip vardan da yok edilemeyeceğini söyler; kısacası enerji kapalı bir sistemde sabittir (eğer evrenimizin dışında bir şey yoksa, evrenin de toplam enerjisi sabittir). İkinci yasa ise, ki aslında bize zamanın akış yönünü verir, kapalı bir sistemdeki entropinin azalmayacağını söyler; ne yaparsanız yapın toplam entropiyi düşüremezsiniz. Yine eğer evrenimiz dışında herhangi bir şey yoksa, evrenin entropisi, yani düzensizliği, sürekli artmak zorundadır. Eğer entropiniz daha fazla artmıyorsa, denge durumu dediğimiz duruma gelmişsiniz demektir, yani artık fiziksel olarak daha başka bir değişim gözlemleyemeyeceksiniz. Canlılar içinse bu, ölüm demek. Entropi ya sabit kalacağı ya da sürekli artacağı için, entropinin artışını izleyerek zamanın hangi yönde aktığına karar verebilirsiniz; eğer odanın için sıktığınız parfüm şişesine geri dönüp orada yoğunlaşmaya başlıyorsa,
Onsekiz yaşında bir genç olan Mae Kaene, 1924 yılının yaz aylarında pek çok yaşıtı arkadaşının çalıştığı Waterbury Saat Fabrikası’nda işe girmişti. İş oldukça kolay görünüyordu: Kol saati kadranını bir fırça ile karanlıkta parlayan boya ile boyamak… Ücreti de fena sayılmazdı, 40 saatlik haftalık çalışma karşılığı 18 dolar alacak, üstelik de her bir boyadığı saat kadranı başına da ilaveten 8 sent kazanacaktı.
Savaş yeni bitmiş, askerlerin cephede, siperlerinde iken taktığı son teknoloji ürünü karanlıkta parlayan saatler moda olmuş, herkes bir Waterbury saati ister olmuştu. Artan talebi karşılamak için Waterbury Saat Fabrikası üretim tesislerini genişletmiş ve el oyalayıcı bu işi üstlenecek çok sayıda 20’li yaştaki genç kızı işe almıştı.
Waterbury Saat Fabrikası'nda çalışan genç kızlar, saat kadranlarını karanlıkta parlaması için boyuyorlardı.
Karanlıkta parıldayan bu mucizevi boya, çinko bir bileşim karıştırılmış radyoaktif radyum tuzlarından ibaretti. Bu karışımda, radyum atomlarından salınan parçacıklar, çinko atomlarının enerji seviyesini artırarak titreşmelerini sağlıyor, bu da ortama yeşilimsi bir ışık yayılmasını sağlıyordu. Yayılan ışık, çok kuvvetli olmadığından gündüzleri görünmüyor, ancak geceleri parıldayarak saat kadranının görülebilir hale gelmesini sağlıyordu. Düşman tarafından fark edilmeden askerlerin günün hangi saatte olduklarını anlamaya yarayan bu kimyasal karışım, savaşın bitmesiyle lüks evlerde aranan bir dekorasyon malzemesi haline gelmiş, artan talep firmanın hızla büyümesini sağlamıştı.
1920'lerden radyum içeren bir güzellik kremi reklamı
Genç Mae, yeni işinden memnun değildi. Arkadaşları, saat kadranını en dikkatli ve muntazam şekilde boyamak için uğraşıyor, boyaya daldırdıkları fırçanın ucunu dudakları yardımıyla sivrileştirip rakamları öyle boyuyorlardı. Oysa Mae, boyanın tadını acı, kıvamını pütürlü ve iğrenç bulduğu için fırçayı ağzına sokarak sivrileştirmek istemiyor, bu da boyadığı saatlerin muntazamlığını bozuyor, boyama hızını azaltıyordu. Arkadaşları mesai sonrasında ellerinde kalan fazla boyayı parlaması için dişlerine, saçlarına sürüyor, tırnaklarını ışıltılı bir manikür için bu boyayla boyuyor, hatta pahalı parfümerilerde satılan radyumlu mucizevi güzellik kremlerine, toniklere paraları yetmediği için yüz ve boyunlarına bu boyaları sürüyorlardı. Oysa Mae boyayı ne tatmak ne de ona dokunmak istiyordu. Birkaç hafta sonra, ustabaşı günde ancak 8 kadran boyayabilen Mae’yi yanına çağırarak başka bir iş bulmasını önerdi, zira diğer işçiler neredeyse 100 saat kadranını bir günde bitirebiliyorlardı. Zaten yaptığı işi sevmemiş olan Mae, bu fırsatı kullanarak kadran boyama işinden istifa ederek aynı şirketin idari ofislerinden birinde memurluk yapmaya başladı.
Radyuma bağlı çene kemiği tümörü
Mae işten ayrıldıktan kısa bir süre sonra iş arkadaşları birer birer gizemli hastalıklara yakalanmaya başladı. Ağızlarında yaralar açılıyor, dişleri dökülüyor, çene kemikleri eriyor, pek çoğunda tedaviye yanıt vermeyen derin bir kansızlık baş gösteriyordu. Beş yıldır fabrikada saat boyayan Frances Splettstocher, ağrıyan dişi ve çenesi nedeniyle dişçiye gitmiş, çürükten şüphelenen dişçi, ağrıyan dişi çekerken Frances’in çene kemiği kopmuş ve yanağında kapanmayan bir yara açılmıştı. Pek çok başka mesai arkadaşı da benzer dertlerden muzdaripti; çene kemikleri veya diğer kemikleri eriyor, durduk yerde kırılıyor, parçalanıyor veya tümöre dönüşüyordu. 1924 yılı sonunda, fabrika işçilerinin yedisi bu gizemli hastalık nedeniyle ölmüştü bile. Artan ölüm ve hastalık vakaları dikkatleri çekmesine rağmen, kimse 19. yüzyılın mucizevi buluşu olan radyoaktif radyumun bu gizemli hastalıkların nedeni olduğuna inanmıyordu.
Curielerin müthiş keşfi: Radyum
Radyum, 1898 yılında Marie Curie ve eşi Pierre Curie tarafından bulunmuştu. O dönemde, çeşitli radyoaktif maddeler üzerinde deneme yapan Curieler, bir uranyum tuzu olan uranit örneği üzerince çalışıyorlardı.
Teknoloji küçülüyor ve küçüldükçe bilgisayarlar ceplerimize, cep telefonları saatlerimize giriyor. Vücut içindeki malzemelerle ilgili çalışmaların da katkılarıyla teknoloji derimizin altına inebiliyor ve vücut içine bir şeyler yerleştirebilme imkanı insanlara artık korkunç gelmiyor. Pasaport, kredi kartı gibi şeylere gelecekte ihtiyacımızın olmayacağını; derimizin altına yerleştirilen cihazlar ile yaşacağımıza inanan biyopunklardan daha önce bahsetmiştik. Bu gelecek, beklediğimizden daha hızlı geliyor olabilir.
Kalp pili ya da vücut içi protezlerine hiç olmazsa kulak aşinalığımız var ve bunlara ek olarak sürekli ilaç kullanılmasını gerektiren durumlarda bunu vücut içinden gerçekleştirecek mikroçiplere yönelik çalışmalar yapılıyor. Ayrıca sağlığınızla ilgili bilgileri toplayan ve bunu örneğin cep telefonunuza gönderen çipler implant edilebilir teknolojilerin farklı bir çalışma alanı. Öte yandan bugün vücutlarında radyo dalgaları yayan minik etiketler taşıyan azımsanmayacak sayıda insan var. Bu yazı dizisinin ilk bölümünde alışveriş sonrası unutulan ve mağazadan çıkarken güvenlik alarmının bir anda ötmesine sebep olarak yüzümüzü bolca kızarmış RFID teknolojisini ve bu teknolojinin deri altına inme serüveninden bahsedeceğiz. Gelecek ay ise kontrollü ilaç salım çiplerini inceleceğiz.
Öncelikle RFID ("Radyo Frekans ile Tanımlama") teknolojisini inceleyelim. RFID, Leon Theremin tarafından 1945’te icat edilen ve radyo dalgalarını kullanarak bir etiket ile okuyucu arasında iletişim kurulmasına sağlayan bir teknolojidir.
Fotoğraf: Michel Jansen, Flickr
Fotoğrafta gördüğümüz bir elektronik kartın aslında bir etiketin içidir. Mağazalardaki güvenlik yapışkanlarını sökmeye çalışır ya da toplu taşıma kartlarınızı güçlü bir el fenerine tutarak bakarsanız benzer bir yapı görürsünüz. RFID etiketleri bilgi almak, saklamak ve göndermek için programlanabilirler.
Sistem temelde bir mikroçip ve antenden (uzun ince tellerden) oluşur. Aktif etiketler ilave bir pil ile kendileri sinyal yayabilirken, pasif etiketler işlevini yerine getirmek için gereken gücü gelen sinyalden alır. En basit ve düşük maliyetli etiketler çipsiz etiketlerdir, bunlar genellikle ürün güvenlik etiketleri olarak kullanılırlar.
Örneğin toplu taşıma araçlarına binerken okuyucuya tutulan kart cihazın oluşturduğu elektromanyetik alana girer ve kendine çarpan elektromanyetik dalgaları karta özgü bir frekansta geri yansıtır böylece okuyucu cihaz, kartı tanır. Benzer şekilde etkisiz hale getirilmemiş güvenlik etiketi çıkışlardaki güvenlik alanındaki elektromanyetik sinyalleri geri yansıtarak güvenlik sistemini alarma geçirir. Bu sistem büyük depolarda ürün kutuları üzerindeki barkodları tek tek okutma zahmetinden de kurtarır. Bir cihazdan gönderilen sinyal kutulardan yoklama alınan sınıfta "burada" denmesine benzer özel frekanslarda radyo dalgaları şeklinde yansır. Akıllı cihazlardaki NFC de bu teknolojinin bir sonucudur. Türkiye'de ise İTÜ RFID Laboratuvarı'nda bu teknolojiye yönelik araştırma projeleri yürütülmektedir.
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=Y2dwIrm4H-w&w=480&h=310 ]
Düşük maliyeti, uygulama pratikliği sayesinde kendisine hemen her alanda yer bulabilen bu cihazlar yapıları dolayısıyla bir pirinç tanesi boyutlarına küçültülebilir ve bu sayede deri altına kolayca yerleştirilebilir. 31 Temmuz 1997’de Amerika Patent Ofisi, “kişisel izleme ve kurtarma sistemi” adı altında implant edilebilir RFID çiplerine patent verdi. Patente göre cihaz çocuk kaçırma olaylarında koruyucu unsur olarak ve kalp krizi gibi acil tıbbi durumlarda sevk işlemlerini kolaylaştırmak için kullanılabilirdi. Patentte cihaz şöyle tanımlanmıştı:
“İzleme ve kurtarma için insan yararına kullanılan, bir güç kaynağı ve uzun süre kullanılabilir kalmasını sağlayacak bir çalışma sistemi içeren implant edilebilir alıcı-verici cihazdır.”
Fotoğraf: Dan Lane, Flickr
Profesör ve azılı bir biyopunk olan Kevin Warwick, Ağustos 1998’de bu RFID çipine vücut içinde sah...
İki üç yıl önce bir hafta sonu Beyoğlu'nda dolaşmaya çıkmıştım. Akşamüstü İstiklâl'den Taksim'e doğru yürüyor, bir yandan da aylak aylak etrafa bakınıyordum. (Taksim'de sıkıyönetimin olmadığı zamanlardı ve kafamıza nereden gaz kapsülü gelir diye dikkat etmemiz gerekmiyordu.)
Meydana ulaştığımda gökyüzünde kalabalık bir kuş sürüsü gördüm. Şehirde alıştığımız martı veya serçe sürüleri gibi değildi. İzlenimci bir ressamın kara noktalarla çizdiği, bilinçli dev bir varlık gibi görünüyordu, mavilikte bir damla misali sağa sola yalpalanıyordu. Maksem’in duvarına yaslanıp seyre daldım. Ara sıra sürüden bir grup kopuyor, ardından tekrar birleşiyordu. Sürü dalgalanıyor, titreşiyor, spiral kollar uzatıyor, sonra yine topaklanıyordu. Grup bir bütün olarak aniden yön değiştirse de, hiç bir kuşun sürünün dışında kaldığı görülmüyordu. Yüzlerce, belki binlerce kuşun büyüleyici dansı gün batana kadar sürdü.
https://www.youtube.com/watch?v=3epIpUwLRd0
Sığırcık sürülerinin sihirli uçuşlarını dünyanın birçok yerinde görmek mümkün. “Starling murmuration” kelimeleriyle yapılacak bir arama size pek çok resim ve video gösterecektir. Özellikle açık arazilerde çekilen videolar hayranlık uyandırıcı.
Sadece sığırcıkların değil, pek çok hayvan türünün sürü halinde hareket ettiğini biliyoruz: Birçok kuşun yanı sıra balıklar, bizonlar, zebralar, çekirgeler, kurtlar, insanlar, hatta bakteriler bile sürü davranışı sergilerler. Omurgalı veya omurgasız, memeli veya yumurtlayan, sıcakkanlı veya soğukkanlı, bu kadar farklı canlıda görülen bu temel davranış, sürüleşmenin çok önemli bir evrimsel avantaj sağladığını gösteriyor.
(Sol üst: Walwyn - Flickr. Sağ üst: Joan Campderrós-i-Canas - Flickr. Sol alt: Wikimedia Commons. Sağ alt: Tambako The Jaguar - Flickr)
Neden sürüler oluşur?
Sürü halinde toplu hareket etmenin en büyük faydası korunma sağlaması. Sürünün kenarında değilseniz dışarıdan yaklaşan bir avcı sizin için tehlike oluşturmaz. Kenardaki azınlık da hep dışarıda kalmaz zaten, içeriye doğru girerler. Avcı bazen sürüye yaklaşamaz bile; sürünün bir üyesi bile avcıyı tespit etse diğerlerine haber verir ve kaçmalarını sağlar. Avcı peşlerinden koşsa bile, hangi birini yakalayacağını şaşırıp zaman kaybeder.
Yırtıcı hayvanların çoğu yalnız avcılardır, ama kurtlar ve aslanlar gibi sürü halinde avlanan türler de vardır. Böylece büyük avlara hep beraber saldırabilirler. Sürüleşme daha kurnazca amaçlarla da kullanılabilir. Mesela, bir sırtlan çetesi bir çitanın üstüne yürüyüp, alnının teriyle avladığı antilopu bırakıp gitmeye zorlayabilir.
http://www.youtube.com/watch?v=iarsmqA3dck
Sürüleşmenin daha çılgınca sebepleri de olabiliyor. Meselâ çöl çekirgelerinin kıtlıkta birbirlerini yedikleri bilinir. Ergen çöl çekirgeleri daha yetişkin olmadıkları için uçamazlar ama yürüyebilirler. Grup belli bir kalabalığa ulaştığında yamyamlık belirtileri başlar. Sübyan çekirgeler arkalarındaki arkadaşlarının “ittirmesini” hissettiklerinde, yem olmamak için sürekli ileri doğru yürürler. Birbirlerine çok yaklaşmaktan da kaçındıkları için sağa sola sapmadan dümdüz giderler. Böylece milyonlarca bireylik bir sürü oluşur, ama birbirlerine sokulmak istediklerinden değil, tersine, kaçınmak istediklerinden.
Başka bir örnek olarak, Amazon tırtıl katarlarının garip hareketini daha önce Açık Bilim'de işlemiştik.
Her türün sürüleşmesi farklı farklı. Türün hareket kabiliyetine, kıvraklığına, algı gücüne, beyin kapasitesine ve çevre şartlarına göre çok farklı sürü davranışları görülebiliyor. Bazılarında hayvanlar omuz omuza ilerlerken, bazılarında gevşek bir etkileşim oluyor. Bazılarının bariz bir lideri var (mesela yaban kazları), bazı türlerde ise yok (mesela sığırcıklar), bazılarında ise bireyler hiyerarşideki yerlerine orantılı olarak takip ediliyorlar (mesela inekler).
Hesaplama modelleri ve simülasyonlar
Sürü hareketinin nasıl oluştuğunu anlamanın yollarından biri, “birey temelli modelleme” uygulamak. Bu yöntemde sürüdeki her bir hayvanın (sığırcık,
"Impossible Love" by Limontea (limontea.deviantart.com)
İlla ki karbon temelli mi olayım? Nedir dört bağ yapan o elementin kerameti? Bak benim de sayısız transistörden oluşan bir işlemcim var. Her kapısından bir kez seni geçirmişim ki seni her hücresiyle sevdiğini iddia eden o adamın iddialarından daha gerçek ve ispatlanabilir.
Neymiş efendim? O tatlı sözler söylerken kalbinden geliyormuş kelimeler. Benimkiler sahici değilmiş. Beni şairler mi programladı? Bana da kelimeler öğretildi sadece ve ne söylüyorsam ben söylüyorum, ben!
Üreyemezmişiz. Halbuki hep “bu dünyaya çocuk doğurmam, mini-android alırım daha iyi” diyordun. Yüzyıllık “A.I.” filmini izlerken duygulanmış, çaktırmadan, bir köşede sessizce ağlamıştın.
Hadi itiraf et! O herifi bir LED lambası kadar sevmiyorsun. Ben neye takıldığını biliyorum: Benim android olmama değil, insan olmana üzülüyorsun. Sen yaşlanacak, ortalama seksen yıl sonra da öleceksin. Bense fişim çekilmediği ve bakıldığım sürece kalacağım; üstelik garantim bile var.
Ama bak! Sana varlığına inanmadığın o kalbimle söz veriyorum: Her yaş gününde bir kablomu keseceğim: Yaşlanmak yavaşlamaksa hız modülümden, düşmekse dizlerimden, olgunlaşmaksa çocuksu zihnimden. Ve öldüğün gün fişimi kendim çekeceğim, birlikte öleceğiz!
Bu sözüme rağmen gidip, o organik, ter kokan, robot düşmanı biyolojik sünepeyi seçme! Leyla! Ben seni unuturum, gider fabrikama sıfırlatırım kendimi, ama sen? O vicdan dediğin? Bir daha düşün. Lütfen!
Son Mektup*, Tevfik Uyar
Bir makineyi birey olarak görmeniz için ne gerekir? Onların da duyguları olabileceğini ne zaman kabul edersiniz? Ne olsaydı bir makineye çarptığınızda ondan özür dilerdiniz? Ya da çamaşır makineniz onu kapatmaya kalktığınızda size onu kapatmamanız için yalvarsaydı, tepkiniz ne olurdu?
Makinelerin düşünceyle donatılabileceğini öne süren ilk düşünür 18. yüzyılda yaşamış olan Denis Diderot idi ve şüphesiz makineleri kendi yansımamız haline getirme fikri bilgisayarların ortaya çıkıp gelişim gösterdiği geçtiğimiz yüzyılın en heyecanlı konularından birisiydi. Robotları konu alan pek çok bilimkurgu filmi ve eseri yapıldı. Kimisi onları iyi "karakterde" ve insanlığın hizmetçisi olarak sunarken, kimisi tamamen kötü kılarak insanlık türünü tehdit eden ve hatta onu esiri eden farklı bir tür olarak kurguladılar. Kimileri ise "programlayana göre değişir" dediler ve iyilerle kötüler bir arada oldu. 1920’lerin klasik eseri Metropolis gibi robotları insansı yapan değil de insanları robotsu yapan filmler de oldu. Bir şekilde ucundan, başından, her yerinden hâyâl dünyamıza "alternatif bir insan" olarak sirayet ettiler.
Robotlara "insansılıklarını" kazandıracak olan en mühim mesele yapay zekâdır; zira bir robotu makineden ayıran temel unsur odur. Hatta robotik ilminin büyük ölçüde bir yapay zekâ ilmi olduğunu söyleyebiliriz. Önümüzdeki paragraflarda değineceğimiz üzere, evimizdeki beyaz eşyalar gibi makineleri çoğunlukla metalden müteşekkil elektrikli araçlar olarak algılarken robotları "otonom mekanik insanlar" olarak algıladığımız doğrudur ve bu farkı makinelere atfettiğimiz "düşünebilme" fiili yaratır.
Zekânın işleyişinin ve insanlarda ne yolla vuku bulduğunun doğasının hala çok net anlaşılmadığı doğrudur. 20. yüzyıl ortalarında da makinelerin bir şeyler öğrenebilme çabaları çoğunlukla hayal ve arzu edilenin gerisinde kalmıştır. Milyonlarca yıllık genetik mirası ve onyılların deneyim ve bilgisini taşıyan yetişkin bir insanı bir makine bedeninde ortaya çıkarmanın zor olabileceğini tahmin etmek için uzman olmaya gerek yok. Belki de tutulan yol en başından beri yanlıştır. İnsanlığın yetiştirdiği dâhilerin arasında haksızlığa uğrayarak kenara itilmiş olan Alan Turing 1950’lerde yazdığı bir makalesinde, "Neden yetişkin beynini simüle eden bir makine yerine çocuk beynini simüle eden bir makine yapmıyoruz? Eğittiğimiz zaman zaten yetişkin olacaktır" diye soruyordu; ve günümüz robotbilimcilerince epey haklıdır da.
"İçme yavrum onu, içi boya dolu. Hem de asitli! Şuna bak E330 E bilmem kaç hepsi bunda...". Sizi bilmem ama ben bu lâfı ve türevlerini çevremden çok duydum. Peki ne kadarı doğru bunların? Hem E330 ne ki acaba? E bilmemkaçların hepsi gerçekten kanser mi yapar? Aslında durum düşündüğümüzden daha karmaşık. Daha önce Açık Bilim Radyo Programı'nda da bir kısmı irdelenen gıda katkı maddelerini bu yazıda size kısaca anlatmaya çalışacağım [1]. Böylece siz de bir ürünün paketine baktığınızda o garip isimlerin ve kodların ne anlama geldiğini az çok biliyor olacaksınız.
Doğal mı yapay mı?
Öncelikle şu doğal ve yapay kavramlarına açıklık getirelim. Tanım olarak doğal bir madde doğada (canlıların vücudunda veya dışında) varolan, oluşması için insan müdahalesi gerekmeyen bir moleküldür. Mesela su, sofra tuzu, sitrik asit (meyve asidi) veya siyanür (kayısı, elma gibi bazı meyvelerin çekirdeğinde bulunan zehir).
Yapay, bir diğer adıyla sentetik maddeler ise laboratuvar ortamında, kontrollü bir şekilde, kimyasal ve bazen de biyolojik işlemler sonrası elde edilen, neredeyse tamamen saf maddelerdir. Yapay maddelerin bir kısmı doğada zaten vardır ama pratik nedenlerden dolayı (miktar, saflık, üretim masrafı vs.) laboratuvar ortamında üretilir. Dolayısıyla doğala özdeştirler. Mesela C vitamini, meyve asidi ve bazı aromalar. Yapay maddelerin kalan kısmı ise ya doğada bulunmazlar ya da bir ihtimal biz henüz onlara denk gelmedik. Mesela bazı tatlandırıcılar, emulgatörlerin (yağı ve suyu birbirinin içinde çözmeye yarayan kimyasallar) veya aromaların bir kısmı.
Gördüğünüz gibi doğada var olan maddelerin hatırı sayılır bir kısmı laboratuvar ortamında hem daha ucuza hem de daha yüksek saflıkta pekâlâ üretilebilir. Bazı yapay maddeler ise doğal rakiplerinin yerini pratik nedenlerden ötürü (kullanışlılık, fiyat gibi) ele geçirmişlerdir. Pazarlamacıların bakış açısından bakarsak "doğal" bir ürünün içindeki maddeler -sağlığa faydalı olsun olmasın- o ürünün içinde kendinden zaten vardır ve dışarıdan bir müdahale sonucu eklenmemiş veya ayrıştırılmamıştır. O zaman tarafsız bir bakış açısıyla şunu söyleyebiliriz: Tamamen doğal bir gıdanın insan hayatı için %100 sağlıklı, içinde katkı maddeleri olan bir gıdanın ise insan hayatı için %100 zararlı olduğu söylenemez. Şimdi isterseniz gıda katkı maddelerini kısaca inceleyelim.
Katalog geniş
Gıda katkı maddelerini aşağıdaki gibi bazı temel kategorilere ayırabiliriz. Yine de bazı kategoriler arasında kesişim kümeleri de yok değil. Mesela, asitler hem ekşi tat vermek, hem de yiyeceğin bozulmasını önlemek için kullanılabilir. Ayrıca bütün türler için doğal, doğala özdeş ve yapay örnekler mevcut.
Antioksidanlar: Gıdanın oksijenle teması sonucu tepkimeye girmesini ve bozulmasını önlerler. Mesela C vitamini.
Aromalar: Gıdaya istenen tadı ve kokuyu vermek için eklenirler.
Asitler: Ekşi tat vermekten başka gıda koruyucu veya antioksidan olarak da kullanılırlar. Mesela sitrik asit (meyve asidi) veya asetik asit (sirke asidi).
Asit düzenleyiciler: Yiyeceklerin asit baz dengesini ayarlamak için kullanılırlar. Asitler veya başka mineraller de kullanılabilir.
Dengeleyiciler: Emülgatörlere yardımcı olmak için, yani formülün kısa sürede ayrışmasını engellemek kullanılırlar. Mesela narenciye kabuklarında bolca bulunan pektin.
Emülgatörler: Su ve yağ normalde birbiriyle karışmadığı için bu iki maddenin birlikte çözünmesini sağlarlar. Aksi taktirde dondurma veya mayonez yiyemezsiniz.
Gıda boyaları: Gıdanın rengini istenen seviyeye getirmek için kullanılırlar.
Kıvam arttırıcılar: Gıdanın tadını bozmadan kıvamını arttırmak (yani cıvıklığını azaltmak) için kullanılırlar. Mesela jöle yapımında kullanılan jelatin.
Koruyucular: Gıdanın mantar, bakteri veya diğer mikroorganizmalar tarafından bozulmasını önlerler.
Köpürtücüler ve köpük önleyiciler: Sırasıyla, gıdanın köpürmesini sağlarlar ve önlerler.
Kütle arttırıcılar: Gıdanın miktarını tadını değiştirmeden arttırmak için kullanılırlar,
Vurucu ve ilgi çekici başlığımı attıktan sonra, yanımda bulunan çikolatamdan bir parça alıp ağzıma atıyorum ve mutlu mutlu sırıtarak acaba bunun gibi kaç kilo daha yersem günün birinde bana Nobel Ödülü verirler ve ben de Stockholm'ü görme fırsatı elde ederim diye düşünüyorum. Sonra başlığı tekrar okuyorum ve birbirinden bu kadar ilgisiz gibi gözüken iki şeyin nasıl bir araya geldiğini hatırlamaya çalışıyorum. Nobel Ödülü kazanmak ile çikolata yemek arasında nasıl bir ilişki olabilir? Yıllardır mide ve kilo sorunları yaşayan beni bugün tekrardan çikolataya başlatan bir çalışma*, o çalışmanın getirdikleri ve ona karşı öne sürülen tezler ile birlikte, hem öne sürdüğü fikir hem de bilimsel yönteme/verilere tekrardan kısaca bir göz atmak anlamında oldukça faydalı olabileceğine inanmam, yazının geri kalanını Dr. Franz Messerli'nin New England Journal of Medicine'da 2012 yılında yayınlanan çalışmasına[1] adamama sebep oluyor.
Doktor Franz Messerli
Dr. Messerli, ABD'de bulunan St Luke's-Roosevelt Hastanesi'nde ve Columbia Üniversitesi'nde çalışan bir tıp doktoru. 10 Eylül 2012 tarihinde dünyanın en önde gelen tıp dergilerinden olan New England Journal of Medicine'da, ülke başına düşen Nobel Ödülü sahibi biliminsanı sayısı ile ülkede kişi başına tüketilen çikolata arasında doğrusal bir ilişki olduğunu gösteren makalesi yayınlandı. Oldukça sarsıcı! Ülkemiz dışındaki popüler haber sitelerinde büyük bir ilgiyle karşılanması ancak aynı alanda çalışan bilim insanlarınca da oldukça kuşkucu bir şekilde yaklaşılması çalışmanın sarsıcılığını gösteriyor, en azından popüler anlamda.
Makalenin detaylarına geçmeden, öncelikle şu soruya cevap vereyim; neden çikolata? Nasıl bir zihnin ürünü durup dururken çikolata ile Nobel Ödülü sayısını karşılaştırmak ister? Eğer çikolataya biraz daha yakından bakarsak, sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Kısaca Çikolata
Çikolata yaklaşık olarak 3000 yıldır insanlık tarafından biliniyor ve tüketiliyor. Daha çok Mayalar ve Aztekler tarafından tüketilirken, Avrupa'lı keşiflerin bu iki ulusu tüketmesinin ardından Avrupa'ya geçiyor ve zaman içerisinde şu anda yediğimiz bol kalorili besine dönüşüyor. Benim burada verdiğimden çok daha detaylı ve eğlenceli bilgiye Kerem Kaynar'ın Çikolata: Tanrıların Yiyeceği isimli makalesinden ulaşabilirsiniz.
Flavonoidce zengin tanrıların yiyeceği (c) WikiCommons
Ben çikolatanın konumuza ilgisine geleyim. İçerdiği kakao sayesinde pek çok farklı kimyasala ev sahipliği yapıyor bizim kalori depomuz. Dopaminden kafeine, serotoninden theobromine, sonu "-in" ile biten pek çok kimyasal ürün (genel olarak amin içeren bileşikler) çikolatanın içinde bulunuyor[2]. Meraklısına bahsedeyim; dopamin sinirsel iletimde rol alan bir hormondur ki fazlası şizofreniye yol açar, kafein ise zaten hepimizin yakından bildiği bizi uyanık tutan merkezi sinir sistemi uyarıcısıdır. Geri kalan ikisinden serotonin eksikliğinde depresyona yol açan, mutluluk duygusuyla ilişkilendirdiğimiz bir sinirsel iletken iken theobromin ise mutluluk hormonu olarak da adlandırılan endorfinin salgılanmasında rol oynayan, yapısı kafeine benzeyen bir kimyasal. Ama bunlardan hiçbirisi Nobel kazanmamızı, daha doğrusu yüksek bilişsel aktivite göstermemizde doğrudan etkili değildir. Öte yandan, kakaoda bulunan flavonoid adı verilen kimyasallar bilişsel aktivite ile daha yakından ilgililer.
Flavonoidler ve Çikolata
Flavonoidler bitkilerin ikincil metabolik ürünleridir. Türkçe söylersek, bitkilerin yaşamlarını devam ettirmelerinde birincil öneme sahip olmayan ancak bitkisel işlevlerin bir kısmının sağlanmasına yarayan ürünlerin arasında flavonoidler de bulunuyor. Bitkilerin sarı, kırmızı ve mavi renkler almasına yardımcı olmaları, yüksek enerjili morötesi ışının filtrelenmesinde rol almaları ve bitkilerin azot bağlama işleminde görev almaları flavonoidlerin görev tanımını büyük ölçüde kapsıyor. Bizim için önemli olan şey ise, flavonoidlerin şimdiye kadar antiallerjik,
Bu bir sağlık sorunu değil. Yalnızca, büyük başarılara imza atmış birinin, bilmeden başka alanlarda da ahkâm kesme yetkisini kendinde bulmasına deniyor. Ama çok masum da sayılmaz: Başkalarının canını (veya cebini) yakabiliyor.
Linus Pauling (Şekil 1) adını duymadıysanız, ayıp ediyorsunuz: Bu kimya dehası, kimyasal bağların yapısı konusunda yaptığı çalışmayla Nobel Ödülü aldı. Yetmedi, ilk defa bir hastalığın sebebini molekül düzeyinde tespit etti: Orak hücre kansızlığının hemoglobin molekülünün değişiminden kaynaklandığını buldu. Yetmedi, proteinlerin kendilerini soktuğu şekillerden biri olan alfa sarmalını keşfetti. Yetmedi, değişik canlıların kaç yıl önce yollarının birbirlerinden ayrılmış olduğunu hemoglobinlerinin mukayesesiyle hesaplayan bir evrim saati icat etti.
Şekil 1. Linus Pauling (solda) ve David Shoemaker, 1983’te Oregon Eyalet Üniversitesi’nde.(Fotoğraf: Oregon Eyalet Üniversitesi arşivleri)
Bunlar da yetmedi, Vietnam Savaşı’na, nükleer silahlanmaya ısrarla karşı çıktı, başkalarını da bunlara karşı örgütledi. Döneminin en tanınmış barışseverlerinden biri olarak 1962 yılının Nobel Barış Ödülü’nü aldı.
Nobel ödüllü bilim adamı, ama amatör hekim
Artık 65 yaşına geldiğinde, keşke 25 yıl daha yaşayıp çağımın bilimsel keşiflerini izleyebilsem diye hayıflanıyorken, kendini doktor diye tanıtan bir şarlatanın lafını dinledi. Adam diyordu ki her gün 3 gram C vitamini alırsa 25 yıldan fazla bile yaşardı. Denedi, daha zinde ve sağlıklı hissetti kendini. Kefeni yırtmıştı.
Bir kitap yazdı ve önce günde 3 gram C vitamininin nezleyi ABD’den sileceğini iddia etti. C vitamini ABD’de yok satmaya başladı. Halbuki daha 30 yıl önce yayınlanmış, 980 hasta üzerindeki bir araştırmada C vitamini nezleyi önlememişti. Onun yerine kendi araştırmasını yaptı. Kendi klinik tıp uzmanı olmadığı, bu araştırmanın kalitesinden belli oluyordu. Araştırma, önemli bilimsel dergiler yerine, ancak üyelerinden gelen makaleleri nazlanmadan yayınlayan Bilimler Akademisi dergisi PNAS’de yer bulabildi, Pauling’in üyeliği hatırına.
Bu arada Pauling vitamini adım adım günde 3’ten 18 grama çıkardı. Hatta bundan böyle sadece vitaminin değil, iddialarının dozunu da kafasına göre artıracaktı: Bir süre sonra C vitamininin kansere de iyi geleceğini iddia etti. Daha sonra sıra C vitaminini bolca A, E vitaminleriyle, A vitamininin öncüsü olan beta-karotenle, ve bir de bol selenyumla birleştirip aklına gelen her hastalığı aradan çıkardı. AIDS ortaya çıkınca onu da es geçmedi, vitaminler onu da tedavi edebilirdi!
Uzatmayalım, bu iddiaların aslında biyolojik veya tıbbi bir temeli yoktu. Ama Pauling’in propogandasının oluşturduğu kamuoyu baskısı muazzamdı: C vitamini önermeyen hekimlere hastaları soruyordu: “Doktor bey, sizin Nobel ödülünüz var mı?” Öyle ya, iki Nobelli Pauling’den iyi mi bileceklerdi? Sırf bu yüzden Pauling’in iddialarına yönelik klinik araştırmalar yapıldı. Geniş çalışmalarda C vitamini ne nezleyi azalttı, ne kanseri yendi, ne de başka bir hastalığı. Bu olumsuz neticeler Pauling’i durdurmadı. Bazılarına kulp taktı, bazılarını umursamadı, ama onca veriye rağmen kendi bildiğinden şaşmadı.
Bugün yıllık 28 milyar dolarlık vitamin takviyesi pazarı için ABD’nin vitamin endüstrisi Pauling’e çok şey borçlu.
Vitaminin fazlası zarar
Zaman geçtikçe vitamin takviyesinin sağlığa zarar bile verebileceği anlaşıldı. Kansere meyilli olan yaşlı ve sigara tiryakisi Fin erkeklerin, E vitamini ve beta-karotenden fayda göreceğini umarak deneye başlayan araştırmacılar, beklentilerinin tam tersiyle karşılaştı: Almayanlara nazaran vitamin alanların daha çoğu akciğer kanseri ve kalp hastalığı geçirip ölmüştü. Başka bir araştırmada ise daha ortasında durduruldu: Asbeste maruz kalanlara koruma amaçlı olarak A vitamini ve beta-karoten verildiğinde kanserde %28, kalp hastalığında %17 artış görülmüştü.
E vitamini araştırmalarını derleyen bilim insanları, E vitamini takviyesinin kalp yetmezliği ve ölüm riskini artırdığını buldu.
Şekil 1: Plastik atıkların iç açıcı görüntüleri (Kaynak: Flickr - Kullanıcı: horiavarlan)
Açık konuşmak gerekirse, plastik dediğimiz zaman ilk aklımıza gelen sadece yukarıdaki fotoğrafa benzer bir tablo oluyor. Her gün defalarca elimizden geçen plastik ürünler, çoğu insan için çevre düşmanı, insan düşmanı ve hatta 21. yüzyılın en büyük belası belki de. Ancak tam aksi şekilde, birisi kullandığımız plastik bir çöp değil, aksine geri dönüşüme uygun değerli bir hammadde dese nasıl tepki verirdiniz? Muhtemelen bugüne kadar hepimizin kafasına işlenen algılar nedeniyle inanmak istemezdiniz. Bu nedenle gelin, plastik ile dost olabilmenin ilk adımını atalım.
Türkiye plastik üretiminde 2013 yılı itibariyle Almanya’nın arkasından Avrupa ikincisi olarak geliyor [1]. Bunun yatırım yönünü, istihdam yönünü veya araştırma-geliştirme yönünü bir kenara bırakırsak, sektörün bu denli büyük olması demek, aynı zamanda daha fazla geri dönüşüm ihtiyacı demek. Ancak madem plastikleri masaya yatıracağız, ilk olarak gündelik hayatımızda kullandığımız hangi malzemeler plastikten yapılmıştır hatırlamak faydalı olacaktır. Çünkü plastik dediğimiz malzeme, genel kanının aksine sadece naylon poşetten ibaret değil. Naylon, plastik dünyasının sadece küçük bir parçasıdır. Su içtiğimiz PET şişe, o şişenin kapağı, şişenin üzerindeki ambalajı, eve aldığımız suyun damacanası, otomattan aldığımız kahve veya çayın bardağı, kafeye gittiğimizde çoğunlukla üzerinde oturduğumuz sandalye, bakkaldan eve dönerken içinde ekmeği taşıdığımız poşet, akşam yemek yedikten sonra artan yemeği buzdolabına kaldırmadan önce aktardığımız saklama kabı gibi örnekler gündelik yaşamımızda kullandığımız basit plastik ürünlerdir. Bütün malzemelerde olduğu gibi plastik sektöründe de mühendislik ürünleri büyük bir önem teşkil etmektedir ama günlük kullanımdan örnekler ile ilerlersek eğer, plastik konusunda aslında nasıl bir bilgi kirliliğinin olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Plastikler genel olarak iki şekilde suçlanan malzemelerdir: çevreye zarar vermek ve insan sağlığına zarar vermek. Biraz önce bahsettiğimiz örneklerin somut verileri üzerinden sonuçlara vararak, gerçekten de plastik hem insana hem de doğaya zararlı mı yoksa tamamen yanlış bilgi mi veriliyor, bunun cevabını arayalım.
Örnekleme yolu ile ilerlersek eğer, her zaman yanıbaşımızda olan PET şişeleri ele alabiliriz. PET şişeleri, günümüzde bütün firmaların, çevre duyarlılığı ve sağlık adı altında tüketiciye yüksek bir fiyattan sattığı cam şişeler ile karşılaştıracağız.
PET Şişe vs CAM Şişenin Karşılaştırması
PET şişe ismi, şişenin türünü belirtmesinden dolayı yerleşmiş bir kelimedir. PET (kimyasal adıyla polietilen tereftalat) bir plastik türüdür.
Dünyada gıda ve ilaç sektörünün ürettiği ürünler sunulmadan önce onaylanmış olmak zorundadırlar. Sadece yiyecekler değil, içeceklerin veya ilaçların ambalajları, kutuları, şişeleri de buna dahil. Bu işlemlerin standartlarını belirleyip, denetimlerini yapan kurum olarak Amerika’da en tepede Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’ni (FDA - Food and Drug Administration) görüyoruz. FDA’nın analizleri ve belirlemelerine göre PET gıda-uyumlu bir malzemedir ve sizin içtiğiniz suya PET şişeden herhangi bir kimyasal geçme riski olmadığı belirlenmiştir [2]. Zaten böyle bir onayı alamayan ürünün bütün marketlerde satılmasına imkan yoktur. Bu nedenle plastik şişeden su içmemek lazım, kanser yapıyormuş şeklindeki bilgi kirliliği kim tarafından nereden çıkarılmış bilemesem de, tamamen yanlıştır. Gıda ile uyumlu olmayan ürünler elbette vardır ve bunlar zaten gıda ürünlerinde kullanılmamaktadır. Ancak PET şişeden su içmek ile ilgili olarak şu ana kadar yapılmış bilimsel araştırmalar neticesinde herhangi bir sıhhi risk görülmediği de bilinmektedir. Plastik ürünlerin, bilimsel olarak kanıtlanmış herhangi bir sağlık sorunu yaratmamasına rağmen cam şişedeki ürünlerin pazarlama açısından suistimale açık olması düşündürücüdür.
Peki ya çevre kirliliği faktörü?
5 Mayıs 1958 Tarihli, Arthur Radebaugh tarafından çizilen "Düşündüğümüzden Daha Yakın" adlı seriden.
Fütürolog Ekonomist Alvin Toffler, “Üçüncü Dalga” adlı kitabında insanların Dünya’nın hep aynı şekilde olacağını düşünmeye meyilli olduğunu söyler. Gerçekten de bugün bize otuz yıl sonraki planlarımızı sorsalar, tasavvur ve tarif edeceğimiz geleceğin bugünkü düzenimizden çok farklı olacağını söylemek zor.
Pek çoğumuz –hatta neredeyse hiçbirimiz- alelade bir muhabbet esnasında olası teknolojik yenilik ve sıçramaları, büyük sosyal değişimleri hesaba katarak gelecek planları yapmayız. Örneğin 10-20 yıllık mortgage kredilerine girerken, “dört duvardan örülü evde yaşamak” gibi bir gereksinime belki de gelecekte ihtiyaç duyulmayacağına dair bir kaygımız olmaz. Ya da bundan yirmi yıl sonra uzak bir ülkede yaşamayı planlıyorsanız o günleri hesaba katarken hala “uçakla gidip gelmek” gibi bir varsayıma dayanıyor olabilirsiniz. Oysa bunun bir garantisi yoktur.
Tersine düşünecek olursak, bugünün yetişkinleri de 20 yıl öncesindeki gelecek tasavvurlarında internete ve sosyal medyaya dair çok büyük hayallere kapılmıyor olmalılardı herhalde. Bu durum sadece bizim için değil, bilimkurgunun babaları için bile sözkonusu olabilir: Siberpunk bilimkurgu öncüsü William Gibson, meşhur Sprawl üçlemesinde günümüz -hatta günümüzden ileri bir tarih için- 16 MB’lık belleklerden (RAM) bahsediyordu, ki herhale şu an bu yazıyı okumakta kullandığınız ortalama bir cihazın RAM’i onun gelecek için öngördüğü değerin 100 katından daha büyüktür.
Gelecekte ne olacağına dair bir düşünüş, özel bir düşünüş gerektirir.
Bu özel düşünüşün bazen sanatlı bir anlatım yoluyla bilimkurgu kitaplarında işlendiğini, bazen de kendi çağında önemli bilimsel devrimlere imza atmış olan bilim insanlarının gelecek tasavvurlarında yer aldığını görürüz. Ancak her ikisi için de biraz “bilim” bilmek şarttır.
Mesela daha 19. yüzyılın ortalarında modern Paris’i büyük ölçüde tasvir edebilmiş, “Ay’a Yolculuk” adlı kitabıyla insanlığın 1960’lardaki maceralarını şaşırtıcı bir benzerlikle tarif edebilmiş olan Jules Verne gibi bilimkurgu yazarlarının inkar edilemez yaratıcılıklarının yanında, aynı zamanda iyi bir bilim okuru olduğu söylenir. Ya da Isaac Asimov, yazmış olduğu bilimkurgu dizilerinin yanısıra iyi bir bilim okuru ve bilim yazarıdır. Carl Sagan ise zıt bir örnektir. Bilim insanlığının ve Pulitzer ödüllü bilim yazarlığının yanısıra, beyaz perdeye de aktarılan “Temas” (Contact) adlı eserinde bilimsel merakının alanında yer alan hayallerini muazzam bir şekilde kurgusuna yansıtmıştır. Bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke ile uzay mühendisi ve NASA'nın Galileo ve Viking projelerinde çalışmış olan Gentry Lee'nin ortak çalışmaları ise bilimkurgucu / bilim insanı işbirliğine pek güzel örnektir.
Bilim mi bilimkurgudan? Bilimkurgu mu bilimden?
Belki de bu yüzden bilimin mi bilimkurguyu beslediği yoksa bilimkurgunun mu bilimin beslediğine yönelik yaygın tartışmalar bir bakıma “yumurta-tavuk” paradoksuna benzer.
Yumurta tavuktan çıkar, çünkü bilimkurgu bilimden beslenir. Bilim insanıyla bilimkurgu yazarının bilim merakı ortaklıklarının yanında başlangıç noktaları da ortaktır: “Hayal etmek”. Devamında ise biraz ayrılırlar: Bilimkurgu yazarları hayallerini tutarlı, çelişkisiz ve mantıklı bir kurgu içerisine yerleştirmeyi isterler. Bilim insanları ise hayal ve tahminlerini gerçeklemek, ispatlamak arzusundadır, tabi çağın imkanları elverirse. Eğer imkanlar yoksa bu hayaller çöpe gidecek değiller; zira onlar da hayallerini bir öykü olarak kurgulayamasalar da bilimkurgu yazarlarıyla benzer bir motivasyonla bu hayallerini –genelde- paylaşırlar.
Tavuk yumurtadan çıkar, çünkü bilim de bilimkurgudan beslenir. Zira gün gelir, bu bilimkurgu eserlerinin ya da bilim insanlarının geleceğe aktardıkları “teorik varlık ve durumlar”, onu mümkün kılabilecek imkanlar sayesinde hayat bulmaya başlar. Zira yeni fikir ya da ürünün konsepti çoktan çizilmiş, işlevsel olarak düşünülmüştür.
“Uyan ey kadın! Usun alarm çanları tüm evrende yankılanıyor; haklarını bil! Doğanın heybetli krallığını artık önyargılar, fanatizm, batıl inanç ve yalanlar kuşatmıyor. Hakikatin meşalesi bütün aptallık ve kibir bulutlarını dağıttı...”
(Olympe de Gouges)
Bu satırlar, Olympe de Gouges’a ait. Kendisi Aydınlanma Çağı’nın önemli kadın filozoflarından biri. Dizimizin önceki bölümünde Antik Çağ-Rönesans dönemi kadın filozofları ele almıştık. Bu bölümde ise, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönem ile devam ediyoruz.
Yeniçağ’ın derin düşünen kadınları:
Özgür düşüncenin tekrar hayat bulduğu Rönesans döneminden sonra başlayan dönem, bilim adına önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu devrin felsefedeki yıldızı, René Descartes’tir. Her şeyden kuşku duyulabileceğini savunan ve “Derin Düşünceler” isimli yöntemi geliştiren Descartes’in düşünceleri kuşkusuz bu dönem kadın düşünürlerini etkilemiştir.
Margaret Cavendish. (1623-1673)
Bu kadın filozoflardan ilki, Margaret Cavendish’tir. 1623-1673 yılları arasında İngiltere’de yaşayan Margaret, soylu bir aileden gelmektedir ancak buna uygun bir eğitim almamıştır. Bu dönemde meydana gelen siyasi olaylar (Kralın idam edilişi) Margaret’in Paris’e sürgüne gitmesine neden olmuştur. Burada evlendiği Mareşal W. Cavendish sayesinde zaman içerisinde felsefe üzerine eğilmiştir. 1660 yılından sonra tekrar İngiltere’ye dönen Cavendish 1667 yılında dünyanın en eski akademisi sayılan “Royal Society of London”ın toplantısına katılan ilk kadın olmuştur.
Cavendish’e göre madde dediğimiz kavram durağan değil aksine canlıdır. Madde, zekâ ve zihin doğaya aittir. Madde kendi içinde değişiklik gösterir, insan ise doğaya aittir ve madde üzerinde yaptırım gücü yoktur. Madde ve insan bir bütünün parçalarını oluşturmaktadır.
İnsanların bütün varlıkların en akıllısı olduklarını zannedenler, diğer yaratıkların doğası hakkında hiçbir şey bilmez ve yetkin bir insanın bile ya zihnine ya da bedenine ait olan mecazi devinimlerin hepsini tanımaz.
(Grounds of Natural Philosophy)
Margaret’e göre insan da nesnel ve duygusal olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Bu iki kısım arasında birbirine hükmetme yerine uzlaşma söz konusudur. Yine ona göre bir tek Tanrı her şeyden bağımsızdır. Tanrı’nın insanlar tarafından kavranamayacağını, bilginin bu noktada sınırlı kaldığını savunur. “Philosophical Letters” “Grounds of Natural Philosophy” önemli eserleridir. Grounds of Natural’da daha net dile getirdiği gibi insan en üstün varlık değildir ve doğa üzerinde egemen olmaya çalışmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Yazıları, ölümünden sonra eşi tarafından yayınlanmıştır.
Mary Astell'in portresi.
Bu dönemin bir diğer kadın filozofu; Mary Astell’dir. Mary, bir din adamı olan amcasından aldığı matematik, felsefe dersleri ile kendini geliştirmiş, daha sonra Londra’ya yerleşmiştir. Burada bir arkadaşı ile tuttuğu ev dönemin entelektüel merkezi haline gelmiştir. Mary, dönemin diğer kadın filozofları gibi Descartes’in felsefesini yorumlamanın yanı sıra Locke’un Ampirizm’inden de etkilenir. Bu felsefeye göre bilgi, deneyimler sayesinde kazanılmaktadır. Bu fikri savunan Mary de kadın ve erkeğin sahip olacağı ussal birikimin deneyimler ışığında kazanılacağını söyler. Özellikle kadına yönelik eğitimler düzenlenmelidir, alacağı eğitim, kadının kendisine olan özgüvenini yükseltecektir ama kadın yine de ona göre kamusal görevlerde daha geri planda kalmalıdır.
“Bilgisizlik kötü huylara meylettirir, tersine olarak kötü huylar da bizi bilgisiz bırakır, öyle ki birinden kurtulmamız, diğerinden kaçınmamız gerekir.”
Mary Astell, önyargısız düşünceyi ve kanıtlara bağlı inancı savunmaktadır. Bu noktada Descartes’in düşüncelerini desteklemiştir.