Discover
Yolumuzu Aydınlatanlar

173 Episodes
Reverse
Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Ali Birgivî’dir. Lakabı Zeynüddîn’dir 928 (m. 1521) senesinde Balıkesir’de doğdu. 981 (m. 1573)’de Birgi’de vefât etti. Türbesi, Aydın’ın Birgi kasabasında bir tepe üzerindedir. İlimdeki yüksek derecesinden dolayı İmâm-ı Birgivî ismiyle meşhûr olup, Türk âlimlerinin baş tacıdır. Hanefî mezhebinden olup, asrının en meşhûr âlimlerinden idi.
İmâm-ı Birgivî’nin babası âlim bir zât olup, müderris idi. Önce babasından ilim öğrendi. Babasının derslerinde yetişip, akranlarını geçti. Sonra yüksek ilimleri öğrenmek üzere İstanbul’a gitti, İstanbul’da bulunan meşhûr Semâniyye Medresesi müderrislerinden Ahî-zâde Mehmed Efendi’den, sonra da Kadıasker Abdürrahmân Efendi’den ders aldı. Büyük bir şevk ve gayretle ilim öğrenip, Semâniyye Medresesi’nden me’zûn oldu. Parlak bir başarı ile icâzet imtihanını vererek, müderrislik rütbesini kazandı. Bundan sonra bir müddet İstanbul medreselerinde müderrislik yaptı. Bu vazîfesi sırasında Bayrâmiyye tarikatının şeyhlerinden olan Abdürrahmân Karamânî’ye talebe olup, onun sohbetlerinde tasavvufda da yetişti. Daha sonra hocalarından Abdürrahmân Efendi’nin vasıtasıyla Edirne’de Kassâm-ı askerî (Mîrâs taksîm eden kadılık) vazîfesi yaptı. Bir müddet sonra bu işten de ayrıldı. Bundan sonra dünyâ işlerini tamamen bırakmak istemişse de, tasavvufda hocası Abdürrahmân Karamânî’nin ısrârı üzerine ders ve va’z vermeye devam etti. İkinci Selim Hân’ın hocası Atâullah Efendi, Birgivî’nin ilimdeki kudretini takdîr ederek, Birgi’de yaptırdığı medresenin müderrisliğine onu ta’yin etti. Bundan sonra orada, talebe yetiştirmek, va’z vermek ve kitap yazmakla ömrünü geçirip, büyük hizmetler yaptı. Orada yaşamış olduğu için “Birgivî” adıyla meşhûr oldu.
Haramlardan sakınmanın önemini ve dünyânın fâniliğini çok iyi anladığından, dînin emirlerini asla ta’viz vermeden açıklardı. Zamanın âlimleriyle, yazılı ve sözlü pekçok münâzaralara girerdi. Hak bildiğini, ilmî delîlleri ile söylemekten hiç çekinmezdi. Birgi’den İstanbul’a gelerek, Sadr-ı a’zam Mehmed Paşa’ya nasihatte bulunmuştur.
İmâm-ı Birgivî hazretleri, kıymetli eserler yazmış olup, en meşhûr eserleri şunlardır: 1-Tarîkat-ı Muhammediyye: Arabca, kıymetli bir eser olup, Ehl-i sünnet âlimleri arasında büyük bir i’tibâr görmüştür. Birçok âlim tarafından şerhedilmiştir. En meşhûr şerhleri; Abdülganî Nablûsî’nin yaptığı “Hadîkat-ün-nediyye fî tarîkat-il-Muhammediyye” ve Hâdimi’nin yaptığı “El-Berîka şerh-ut-tarîka”dır. Bu şerhlerden ba’zı kısımlar, İstanbul’da İhlâs Vakfı tarafından bastırılmıştır. Tarikat-ı Muhammediyye kitabı, Süleymân Fadl Efendi tarafından “Miftâh-ül-felâh” adıyla ihtisar edilmiş, kısaltılmıştır. Bu muhtasar da İhlâs Vakfı tarafından neşredilmiştir. Tarikat-ı Muhammediyye üzerine “İdrâk-ül-hakâyık fî tahrîci ehâdîs-i tarika” adlı bir eser daha yazılmıştır. Bu eseri de, 1050 (m. 1640) senesinde Mehmed Ağa Câmii İmâmı Ali bin Hasen yazmıştır. Tarikat-ı Muhammediyye’de bulunan hadîs-i şerîflerin tahkîki ve kaynaklarının tesbitiyle ilgilidir. Tarikat-ı Muhammediyye, ayrıca Osmanlıcaya da tercüme edilmiştir. 2-Vasıyetnâme, “Birgivî Vasıyyetnamesi” adıyla meşhûr olmuştur. Asırlardan beri okuna gelmiş, çok çok kıymetli ve fâideli bir eserdir. Bu eseri, Konyalı Şeyh Ali Efendi tarafından şerh edilmiş ve bu şerhe de, Osmanpazarı müftîsi İsmâil Niyâzî Efendi tarafından bir şerh yazılmıştır. Bilhassa Kâdı-zâde Ahmed Efendi’nin bu esere yazdığı şerh meşhûr olup, defalarca basılmıştır. Birgivî’nin bu meşhûr eseri, Toktamışoğlu tarafından manzûm olarak Çağatay Türkcesine de çevrilmiştir. 3-Zuhr-ül-müteehhilîn: Bu eseri, kadınların hayz hâllerini bildiren bir kitap olup, çok kıymetlidir. Hanefî mezhebinde meşhûr âlim İbn-i Âbidîn, bu eseri “Menhel-ül-vâridîn” adıyla şerhetmiştir. Bu şerh, İhlâs Vakfı tarafından bastırılmıştır. 4-Ravdât-ül-cennât fî usûl-il-i’tikâd, 5-Risâletün fî beyânı rusûm-il-mesâhif-il-Osmâniyye, 6: Şerhu hadîs-ül-erbe’în, 7- Etfâl-ül-müslimîn, 8-Ziyâret-ül-kubûr, 9-Nûr-ül-ahyâ, 10-Cilâ-ül-kulûb, 11-Muaddil-üs-salât, 12-Îkâz-ün-nâimîn, 13-Dürr-ül-yetîm fî ilm-it-tecvîd, 14-Hâşiye-i Hidâye, 15-lmtihân-ül-ezkiyâ, 16-Risâletün fî usûl-ü-hadîs, 17-Ta’lîkât ales-Sadr-iş-şeri’a, 18-Risâletün minel âdâb, 19-Ulûmu âliyye’den bahseden manzûm bir risale, 20-Risâletün fî hurmet-it-tegannî ve vucûbi isti’mâ-il-hutab, 21-Sihâh-ı acemiyye (Farsçadır), 22-Tefsîru sûret-il-Bekâra- Bekâra sûresinin yarısına kadar yaptığı tefsîrdir, 23-İnkâz-ül-hâlikîn, 24-Şerhu lübâb-ül-elbâb fî ilm-il-i’râb lil-Beydâvî, 25-Dâfiat-ül-mübtediîn ve kâşfetü butlân-ül-mülhidîn, 26-Avâmil: Nahiv ilmiyle ilgili çok meşhur bir eseridir. Bu eser üzerine çok şerh yazılmıştır. Bu eser üzerine şerh yazan zâtlar, Gümüşhâneli Ebû Bekr bin Ya’kûb, Manisalı Halîl Nâimî, Filorinalı Mustafa Efendi, Abdüllatîf Harpûti, Kuşadalı Ahmed Efendi ve Şeyh Mustafa İbrâhim. 27-İzhâr: Bu eseri de nahiv ilminde meşhûr bir kitaptır. Asırlardan beri Arabca öğrenen talebelere okutulmuştur. Şerhleri ve tercümeleri vardır. Şerhleri şunlardır: Keşf-ül-esrâr, taleberinden Muslihuddîn tarafından yapılmıştır. Netâyic-ül-efkâr, Kuşadalı Mustafa bin Hamza tarafından yazılmış bir şerhdir. Feth-ül-esrâr, Ref’ul-estâr, Osmanpazarlı Niyâzî Efendi tarafından yazılmıştır. Miftâh-ül-merâm, Mehmed Feyzi Efendi tarafından yazılmış bir başka şerhidir. Hall-i esrâr-il-ahbâr alâ i’râb-il-izhâr, Zeyni-zâde tarafından yazılmış olup, “İzhâr mu’ribi” adıyla bilinir. Süleymân Feyzi Efendi, Bursalı Kasap-zâde İbrâhim Efendi ve Abdullah Eyyûbî tarafından da izhâr üzerine şerh (açıklama) yazılmıştır, izhâr kitabı, ayrıca Sâlihli Müftîsi Mehmed Lütfî Efendi ve Konya müderrislerinden Ali Şühûdî Efendi tarafından Osmanlıcaya tercüme edilmiştir. 28-Emsile-i fadliye: Sarf ilmine dâir olup, oğlu Fazlullah Efendiye izafeten bu adı vermiştir. Bu eserine kendisi ayrıca bir de şerh yazmıştır. 29-Kifâyet-ül-mübtedî fis-sarf; Ermenekli Süleymân Sırrı Efendi bu esere bir şerh yazmıştır.
İmâm-ı Birgivî’nin “Vasıyyetname” adlı eserinden bir bölüm şöyledir:
“Kardeşlerime, evlâdıma ve âhıret yolcularına vasıyyetimdir ki, Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapınız. Kazaya kalmış namazlarınızı kılınız, kalmış zekâtlarınızı veriniz. Oruçlarınızı tutunuz. Üzerinize farz oluyorsa hac yapınız. Her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmihâl bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devam ediniz. Güvenilir ve sağlam âlimlerin fetvâsıyla amel ediniz. Herkesin fetvâsıyla amel etmemelidir. Tegannî dinlememelidir. Allahü teâlânın ismi anıldığı zaman (Teâlâ ve Tebâreke) veya (Azze ve Celle), (Sübhânallah) (Cellecelâlüh) diyerek ta’zim ediniz. Resûlullahın ve diğer Peygamberlerin isimleri anıldığı zaman salevât getirmelidir. Yazarken de bunları açık yazmalıdır. Diğer âlimler ve meşâyıh anıldığı zaman, (rahmetullahi aleyh) demelidir. Hocasına da hürmet göstermelidir. Yol göstermek hâriç, hocanın önünden yürümemelidir. Ondan önce söze başlamamalı ve yanında çok konuşmamalıdır. Hizmetini severek yapmalıdır. Her yerde hocanın rızâsını gözetmelidir. İ’tirâz etmemeli, dövse veya bağırsa nasihat bilmeli, incinmemelidir. Hocasının yakınlarına da hürmet göstermelidir. Akrabayı ziyâret etmeli, sıla-i rahmi (akraba ziyâretini) terketmemelidir. Anne ve babanın da haklarını gözetmeli, onlara karşı yüksek sesle konuşmamak ve kızgın bakmamalı, günah olmayan emirlerini yapmakdır. Dövmesine ve bağırmasına sabretmelidir. Karşılık vermemelidir. Komşuların haklarını da gözetmeli, kokulu bir yemek pişirince, bir miktarını komşulara vermelidir. Mümkün olduğu kadar komşuların ihtiyâcını görmeli ve zarara uğrarlarsa yardım etmeli ve iyilik gelirse sevinmelidir. Diğer din kardeşlerini de sevmelidir. Kusurlarını mümkün mertebe affetmelidir. Müdâhene etmemeli, dünyalık ele geçirmek için dîni vermemeli. Gerekirse müdârâ etmeli, dîni ve dünyâyı korumak için dünyâlık vermelidir. Müdârâ zararı gidermek için olur. Çok gülmekten, fâidesiz konuşmaktan sakınmakdır. Alışverişte dînin emirlerine uymalı ve cemâate devam etmelidir. Bid’atlerden sakınmalı. Misvak kullanmaya devam etmeli. Duâya, Allahü teâlâya hamd ve sena ile ve Resûlüne salât ve selâm ile başlamalıdır. Duâ ederken bütün mü’minlere duâ etmeli, anneyi, babayı ve iyilik gördüğü kimseleri de duâlarında anmakdır. Yalvararak ve gizli duâ etmelidir. Yalnız iken Allahü teâlâya yalvararak duâ etmeli. Acizliğini ve günahlarını düşünerek ağlamalıdır. Allahü teâlâdan istikâmet af, afiyet, rızâsını ve muvaffakıyyet istemelidir. Îmânın gitmesinden korkup, dâima hüsn-i hâtime (son nefeste îmân ile gitmeyi) istemeli, İslâm ni’metine her zaman şükretmelidir. Çoluk-çocuğuna ilmihâlini (lâzım olan din bilgilerini) öğretip, İslâmiyete uymayan şeylerden korumalı ve sakındırmalıdır. Çocukları yedi yaşında namaza başlatmalı, on yaşına girdiklerinde namaz kılmazlarsa döverek kıldırmakdır. Dâima istiğfar etmelidir.
İmâm-ı Birgivî’nin son nefes ve ölüme dâir vasıyyeti de şöyledir: Din kardeşlerime vasıyyetim odur ki, hastalığım artınca, ziyâretime geldiklerinde İhlâs sûresini okumayı bana telkin edip hatırlatsınlar. Allahü teâlânın rahmetini, recâya, ümîd etmeye dâir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri hatırlatsınlar. Kelime-i şehâdeti söylemeyi telkin etsinler. Yanımda; “La ilahe illallah Muhammedün resûlullah, eşhedü enlâ ilahe illallahü vahdehü lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü” desinler. Söyle diye zorlamasınlar. Kelime-i tevhîdi söyledikten sonra başka birşey konuşursam, yeniden telkin etsinler. Söylemezsem o da yetişir. Tövbe etmeyi hatırlatsınlar. Ölünce başımı kazımayı, koltuk ve kasık kıllarımı yolmayı, bıyık kırkmayı, sakalım traş olmamışsa traş etmeyi, tırnak kesmeyi yapmasınlar. Çünkü burçlar öldükten sonra yapılmaz. Mümkün ise gusl ettirsinler. Buna imkân yoksa, abdest aldırsınlar. Buna da imkân yoksa, teyemmüm ettirsinler. Kıbleye döndürüp sağ tarafıma yatırsınlar. Yâsîn sûresini okusunlar, ölürken yanıma kadın ve çocuk koymasınlar. Ağlayıp, inleyip, feryâd etmesinler. Sâlih din kardeşlerim yanımda bulunsunlar Kalbleriyle teveccüh edip, bu fakir için selâm
Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Ali Birgivî’dir. Lakabı Zeynüddîn’dir 928 (m. 1521) senesinde Balıkesir’de doğdu. 981 (m. 1573)’de Birgi’de vefât etti. Türbesi, Aydın’ın Birgi kasabasında bir tepe üzerindedir. İlimdeki yüksek derecesinden dolayı İmâm-ı Birgivî ismiyle meşhûr olup, Türk âlimlerinin baş tacıdır. Hanefî mezhebinden olup, asrının en meşhûr âlimlerinden idi.
İmâm-ı Birgivî’nin babası âlim bir zât olup, müderris idi. Önce babasından ilim öğrendi. Babasının derslerinde yetişip, akranlarını geçti. Sonra yüksek ilimleri öğrenmek üzere İstanbul’a gitti, İstanbul’da bulunan meşhûr Semâniyye Medresesi müderrislerinden Ahî-zâde Mehmed Efendi’den, sonra da Kadıasker Abdürrahmân Efendi’den ders aldı. Büyük bir şevk ve gayretle ilim öğrenip, Semâniyye Medresesi’nden me’zûn oldu. Parlak bir başarı ile icâzet imtihanını vererek, müderrislik rütbesini kazandı. Bundan sonra bir müddet İstanbul medreselerinde müderrislik yaptı. Bu vazîfesi sırasında Bayrâmiyye tarikatının şeyhlerinden olan Abdürrahmân Karamânî’ye talebe olup, onun sohbetlerinde tasavvufda da yetişti. Daha sonra hocalarından Abdürrahmân Efendi’nin vasıtasıyla Edirne’de Kassâm-ı askerî (Mîrâs taksîm eden kadılık) vazîfesi yaptı. Bir müddet sonra bu işten de ayrıldı. Bundan sonra dünyâ işlerini tamamen bırakmak istemişse de, tasavvufda hocası Abdürrahmân Karamânî’nin ısrârı üzerine ders ve va’z vermeye devam etti. İkinci Selim Hân’ın hocası Atâullah Efendi, Birgivî’nin ilimdeki kudretini takdîr ederek, Birgi’de yaptırdığı medresenin müderrisliğine onu ta’yin etti. Bundan sonra orada, talebe yetiştirmek, va’z vermek ve kitap yazmakla ömrünü geçirip, büyük hizmetler yaptı. Orada yaşamış olduğu için “Birgivî” adıyla meşhûr oldu.
Haramlardan sakınmanın önemini ve dünyânın fâniliğini çok iyi anladığından, dînin emirlerini asla ta’viz vermeden açıklardı. Zamanın âlimleriyle, yazılı ve sözlü pekçok münâzaralara girerdi. Hak bildiğini, ilmî delîlleri ile söylemekten hiç çekinmezdi. Birgi’den İstanbul’a gelerek, Sadr-ı a’zam Mehmed Paşa’ya nasihatte bulunmuştur.
İmâm-ı Birgivî hazretleri, kıymetli eserler yazmış olup, en meşhûr eserleri şunlardır: 1-Tarîkat-ı Muhammediyye: Arabca, kıymetli bir eser olup, Ehl-i sünnet âlimleri arasında büyük bir i’tibâr görmüştür. Birçok âlim tarafından şerhedilmiştir. En meşhûr şerhleri; Abdülganî Nablûsî’nin yaptığı “Hadîkat-ün-nediyye fî tarîkat-il-Muhammediyye” ve Hâdimi’nin yaptığı “El-Berîka şerh-ut-tarîka”dır. Bu şerhlerden ba’zı kısımlar, İstanbul’da İhlâs Vakfı tarafından bastırılmıştır. Tarikat-ı Muhammediyye kitabı, Süleymân Fadl Efendi tarafından “Miftâh-ül-felâh” adıyla ihtisar edilmiş, kısaltılmıştır. Bu muhtasar da İhlâs Vakfı tarafından neşredilmiştir. Tarikat-ı Muhammediyye üzerine “İdrâk-ül-hakâyık fî tahrîci ehâdîs-i tarika” adlı bir eser daha yazılmıştır. Bu eseri de, 1050 (m. 1640) senesinde Mehmed Ağa Câmii İmâmı Ali bin Hasen yazmıştır. Tarikat-ı Muhammediyye’de bulunan hadîs-i şerîflerin tahkîki ve kaynaklarının tesbitiyle ilgilidir. Tarikat-ı Muhammediyye, ayrıca Osmanlıcaya da tercüme edilmiştir. 2-Vasıyetnâme, “Birgivî Vasıyyetnamesi” adıyla meşhûr olmuştur. Asırlardan beri okuna gelmiş, çok çok kıymetli ve fâideli bir eserdir. Bu eseri, Konyalı Şeyh Ali Efendi tarafından şerh edilmiş ve bu şerhe de, Osmanpazarı müftîsi İsmâil Niyâzî Efendi tarafından bir şerh yazılmıştır. Bilhassa Kâdı-zâde Ahmed Efendi’nin bu esere yazdığı şerh meşhûr olup, defalarca basılmıştır. Birgivî’nin bu meşhûr eseri, Toktamışoğlu tarafından manzûm olarak Çağatay Türkcesine de çevrilmiştir. 3-Zuhr-ül-müteehhilîn: Bu eseri, kadınların hayz hâllerini bildiren bir kitap olup, çok kıymetlidir. Hanefî mezhebinde meşhûr âlim İbn-i Âbidîn, bu eseri “Menhel-ül-vâridîn” adıyla şerhetmiştir. Bu şerh, İhlâs Vakfı tarafından bastırılmıştır. 4-Ravdât-ül-cennât fî usûl-il-i’tikâd, 5-Risâletün fî beyânı rusûm-il-mesâhif-il-Osmâniyye, 6: Şerhu hadîs-ül-erbe’în, 7- Etfâl-ül-müslimîn, 8-Ziyâret-ül-kubûr, 9-Nûr-ül-ahyâ, 10-Cilâ-ül-kulûb, 11-Muaddil-üs-salât, 12-Îkâz-ün-nâimîn, 13-Dürr-ül-yetîm fî ilm-it-tecvîd, 14-Hâşiye-i Hidâye, 15-lmtihân-ül-ezkiyâ, 16-Risâletün fî usûl-ü-hadîs, 17-Ta’lîkât ales-Sadr-iş-şeri’a, 18-Risâletün minel âdâb, 19-Ulûmu âliyye’den bahseden manzûm bir risale, 20-Risâletün fî hurmet-it-tegannî ve vucûbi isti’mâ-il-hutab, 21-Sihâh-ı acemiyye (Farsçadır), 22-Tefsîru sûret-il-Bekâra- Bekâra sûresinin yarısına kadar yaptığı tefsîrdir, 23-İnkâz-ül-hâlikîn, 24-Şerhu lübâb-ül-elbâb fî ilm-il-i’râb lil-Beydâvî, 25-Dâfiat-ül-mübtediîn ve kâşfetü butlân-ül-mülhidîn, 26-Avâmil: Nahiv ilmiyle ilgili çok meşhur bir eseridir. Bu eser üzerine çok şerh yazılmıştır. Bu eser üzerine şerh yazan zâtlar, Gümüşhâneli Ebû Bekr bin Ya’kûb, Manisalı Halîl Nâimî, Filorinalı Mustafa Efendi, Abdüllatîf Harpûti, Kuşadalı Ahmed Efendi ve Şeyh Mustafa İbrâhim. 27-İzhâr: Bu eseri de nahiv ilminde meşhûr bir kitaptır. Asırlardan beri Arabca öğrenen talebelere okutulmuştur. Şerhleri ve tercümeleri vardır. Şerhleri şunlardır: Keşf-ül-esrâr, taleberinden Muslihuddîn tarafından yapılmıştır. Netâyic-ül-efkâr, Kuşadalı Mustafa bin Hamza tarafından yazılmış bir şerhdir. Feth-ül-esrâr, Ref’ul-estâr, Osmanpazarlı Niyâzî Efendi tarafından yazılmıştır. Miftâh-ül-merâm, Mehmed Feyzi Efendi tarafından yazılmış bir başka şerhidir. Hall-i esrâr-il-ahbâr alâ i’râb-il-izhâr, Zeyni-zâde tarafından yazılmış olup, “İzhâr mu’ribi” adıyla bilinir. Süleymân Feyzi Efendi, Bursalı Kasap-zâde İbrâhim Efendi ve Abdullah Eyyûbî tarafından da izhâr üzerine şerh (açıklama) yazılmıştır, izhâr kitabı, ayrıca Sâlihli Müftîsi Mehmed Lütfî Efendi ve Konya müderrislerinden Ali Şühûdî Efendi tarafından Osmanlıcaya tercüme edilmiştir. 28-Emsile-i fadliye: Sarf ilmine dâir olup, oğlu Fazlullah Efendiye izafeten bu adı vermiştir. Bu eserine kendisi ayrıca bir de şerh yazmıştır. 29-Kifâyet-ül-mübtedî fis-sarf; Ermenekli Süleymân Sırrı Efendi bu esere bir şerh yazmıştır.
İmâm-ı Birgivî’nin “Vasıyyetname” adlı eserinden bir bölüm şöyledir:
“Kardeşlerime, evlâdıma ve âhıret yolcularına vasıyyetimdir ki, Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapınız. Kazaya kalmış namazlarınızı kılınız, kalmış zekâtlarınızı veriniz. Oruçlarınızı tutunuz. Üzerinize farz oluyorsa hac yapınız. Her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmihâl bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devam ediniz. Güvenilir ve sağlam âlimlerin fetvâsıyla amel ediniz. Herkesin fetvâsıyla amel etmemelidir. Tegannî dinlememelidir. Allahü teâlânın ismi anıldığı zaman (Teâlâ ve Tebâreke) veya (Azze ve Celle), (Sübhânallah) (Cellecelâlüh) diyerek ta’zim ediniz. Resûlullahın ve diğer Peygamberlerin isimleri anıldığı zaman salevât getirmelidir. Yazarken de bunları açık yazmalıdır. Diğer âlimler ve meşâyıh anıldığı zaman, (rahmetullahi aleyh) demelidir. Hocasına da hürmet göstermelidir. Yol göstermek hâriç, hocanın önünden yürümemelidir. Ondan önce söze başlamamalı ve yanında çok konuşmamalıdır. Hizmetini severek yapmalıdır. Her yerde hocanın rızâsını gözetmelidir. İ’tirâz etmemeli, dövse veya bağırsa nasihat bilmeli, incinmemelidir. Hocasının yakınlarına da hürmet göstermelidir. Akrabayı ziyâret etmeli, sıla-i rahmi (akraba ziyâretini) terketmemelidir. Anne ve babanın da haklarını gözetmeli, onlara karşı yüksek sesle konuşmamak ve kızgın bakmamalı, günah olmayan emirlerini yapmakdır. Dövmesine ve bağırmasına sabretmelidir. Karşılık vermemelidir. Komşuların haklarını da gözetmeli, kokulu bir yemek pişirince, bir miktarını komşulara vermelidir. Mümkün olduğu kadar komşuların ihtiyâcını görmeli ve zarara uğrarlarsa yardım etmeli ve iyilik gelirse sevinmelidir. Diğer din kardeşlerini de sevmelidir. Kusurlarını mümkün mertebe affetmelidir. Müdâhene etmemeli, dünyalık ele geçirmek için dîni vermemeli. Gerekirse müdârâ etmeli, dîni ve dünyâyı korumak için dünyâlık vermelidir. Müdârâ zararı gidermek için olur. Çok gülmekten, fâidesiz konuşmaktan sakınmakdır. Alışverişte dînin emirlerine uymalı ve cemâate devam etmelidir. Bid’atlerden sakınmalı. Misvak kullanmaya devam etmeli. Duâya, Allahü teâlâya hamd ve sena ile ve Resûlüne salât ve selâm ile başlamalıdır. Duâ ederken bütün mü’minlere duâ etmeli, anneyi, babayı ve iyilik gördüğü kimseleri de duâlarında anmakdır. Yalvararak ve gizli duâ etmelidir. Yalnız iken Allahü teâlâya yalvararak duâ etmeli. Acizliğini ve günahlarını düşünerek ağlamalıdır. Allahü teâlâdan istikâmet af, afiyet, rızâsını ve muvaffakıyyet istemelidir. Îmânın gitmesinden korkup, dâima hüsn-i hâtime (son nefeste îmân ile gitmeyi) istemeli, İslâm ni’metine her zaman şükretmelidir. Çoluk-çocuğuna ilmihâlini (lâzım olan din bilgilerini) öğretip, İslâmiyete uymayan şeylerden korumalı ve sakındırmalıdır. Çocukları yedi yaşında namaza başlatmalı, on yaşına girdiklerinde namaz kılmazlarsa döverek kıldırmakdır. Dâima istiğfar etmelidir.
İmâm-ı Birgivî’nin son nefes ve ölüme dâir vasıyyeti de şöyledir: Din kardeşlerime vasıyyetim odur ki, hastalığım artınca, ziyâretime geldiklerinde İhlâs sûresini okumayı bana telkin edip hatırlatsınlar. Allahü teâlânın rahmetini, recâya, ümîd etmeye dâir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri hatırlatsınlar. Kelime-i şehâdeti söylemeyi telkin etsinler. Yanımda; “La ilahe illallah Muhammedün resûlullah, eşhedü enlâ ilahe illallahü vahdehü lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü” desinler. Söyle diye zorlamasınlar. Kelime-i tevhîdi söyledikten sonra başka birşey konuşursam, yeniden telkin etsinler. Söylemezsem o da yetişir. Tövbe etmeyi hatırlatsınlar. Ölünce başımı kazımayı, koltuk ve kasık kıllarımı yolmayı, bıyık kırkmayı, sakalım traş olmamışsa traş etmeyi, tırnak kesmeyi yapmasınlar. Çünkü burçlar öldükten sonra yapılmaz. Mümkün ise gusl ettirsinler. Buna imkân yoksa, abdest aldırsınlar. Buna da imkân yoksa, teyemmüm ettirsinler. Kıbleye döndürüp sağ tarafıma yatırsınlar. Yâsîn sûresini okusunlar, ölürken yanıma kadın ve çocuk koymasınlar. Ağlayıp, inleyip, feryâd etmesinler. Sâlih din kardeşlerim yanımda bulunsunlar Kalbleriyle teveccüh edip, bu fakir için selâm
Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, ziyâret yeridir.
Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.
Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.
Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasİnİ Şöyle anlattİ: "Küçük yaŞlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât Şöyle diyordu: "Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem iŞittim, buyurdu ki: "KardeŞinin baŞİna gelen bir musîbetten dolayİ sevinme! Allahü teâlânİn ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kİlmasİ mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.
Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.
Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.
Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.
İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:
"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.
İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devâm ett
Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, ziyâret yeridir.
Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.
Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.
Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasİnİ Şöyle anlattİ: "Küçük yaŞlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât Şöyle diyordu: "Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem iŞittim, buyurdu ki: "KardeŞinin baŞİna gelen bir musîbetten dolayİ sevinme! Allahü teâlânİn ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kİlmasİ mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.
Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.
Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.
Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.
İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:
"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.
İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devâm ett
Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, ziyâret yeridir.
Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.
Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.
Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasİnİ Şöyle anlattİ: "Küçük yaŞlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât Şöyle diyordu: "Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem iŞittim, buyurdu ki: "KardeŞinin baŞİna gelen bir musîbetten dolayİ sevinme! Allahü teâlânİn ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kİlmasİ mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.
Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.
Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.
Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.
İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:
"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.
İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devâm ett
Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, ziyâret yeridir.
Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.
Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.
Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasİnİ Şöyle anlattİ: "Küçük yaŞlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât Şöyle diyordu: "Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem iŞittim, buyurdu ki: "KardeŞinin baŞİna gelen bir musîbetten dolayİ sevinme! Allahü teâlânİn ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kİlmasİ mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.
Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.
Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.
Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.
İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:
"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.
İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devâm ett
Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehit edildi.
Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.
İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.
İmam-ı a’zamın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamber efendimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu.
Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin dinine ait hükümleri bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbni Mesud ve Hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.
Şam’da yetişen âlimlerin en büyüklerinden. Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn’in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz’dir. 1198 (m. 1784) senesinde Şam’da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. O vilâyet güneşinin Şam’da cenâze namazını İbn-i Âbidin hazretleri kıldırdı. Çok kitap yazdı. “Dürr-ül-mahtâr”a yaptığı haşiyesi beş cild olup, “Redd-ül-muhtâr” adı ile birkaç defa basılmıştır. Hanefî mezhebinde en sağlam fıkıh kitabıdır. İbn-i Abidîn 1252 (m. 1836) senesinde Şam’da vefât etti.
İbn-i Abidîn, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte ticâretle meşgûl oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur’ân-ı kerîmi okumaya devam ediyordu. Birgün dükkânlarının önünde Kur’ân-ı kerîm okurken, oradan geçen biri; “Burada bu şekilde Kur’ân-ı kerîm okuman uygun değildir. Hem okumanı da daha iyi bir şekilde düzelt” dedi. Bunun üzerine babasından izin alarak, o zaman Şam’daki meşhûr kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Sa’îd-ül-Hamevî’ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir “Meydâniye”, “Cezeriyye” ve “Şâtıbıyye” kitaplarını okudu ve ezberledi. Kur’ân-ı kerîmin doğru ve tam okunmasını bildiren kırâat ilmini iyice öğrendikten sonra, sarf, nahiv ve Şafiî fıkhını öğrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi. Bundan sonra, o zamanın en meşhûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî’nin derslerine devam etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanısıra, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha onyedi yaşında iken, fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhler (açıklama ve izahlar) yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadîs ilminde de, Şam’da bulunan muhaddis Kuzberî’den icâzet (diploma) aldı. İlimde o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayatta iken büyük bir şöhrete kavuştu.
İbn-i Abidîn (rahmetullahi aleyh), zâhir ilimlerini öğrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den öğrendi. Onun sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. İbn-i Abidîn’in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: “Babam uzun boylu, heybetli ve vekârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı, ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamlı kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve gözyaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi.”
İbn-i Abidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhûr olup, kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Haramlardan, mekrûhlardan ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehablara, edeblere uymakta son derece titiz davranırdı.
Beş vakit namazda, tahıyyâti okurken, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin kıymetli talebelerinden olan İbn-i Abidîn, ondan ders aldığı sıralarda, birgece rü’yâda Resûlullahın ( aleyhisselâm ) üçüncü halîfesi Hazreti Osman’ın vefât ettiğini ve Câmi-i Emevî’de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine bu rü’yâyı olduğu gibi anlatınca, o da; “Senin rü’yânın ta’biri, Allahü teâlâ bilir ki şöyledir: “Ben yakında vefât ederim, sen benim cenâze namazımı Câmi-i Emevî’de kıldırırsın. Çünkü ben, Hazreti Osman’ın torunlarındanım” buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî tâ’ûn (veba) hastalığından şehîd olarak vefât etti. Namazını İbn-i Abidîn kıldırdı.
İbn-i Abidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabasını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi.
Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam’da ve diğer şehirlerdeki şer’î mahkemelerde ihtilaflı hüküm verilse, derhal ona müracaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor mes’eleler ona sorulurdu. İhtilaflı birşey hakkında ona müracaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla öyle açıklamalar kordu ki, böylece en zor mes’eleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslupla yazardı. Birçok talebe yetiştirip icâzet (diploma) vermiştir. Başlıca talebeleri, kendi kardeşi Allâme es-Seyyîd Abdülganî, akrabasından Emîn-ül-fetvâ Ahmed Efendi, Sâlih İbni Seyyid Hasen Abidîn, İstanbul’da ikinci derecede Mecidiye nişanı (ilim rütbesi) almış olan ve o zaman Medine’de kadılık yapan, ilimde parmakla gösterilen Câbi-zâde de İbn-i Abidîn’den ders alarak çeşitli ilimleri öğrendi. Bunlardan başka; tasavvufda ve diğer ilimlerde meşhûr olan eş-Şeyh Yahyâ Serdest, “Kudûrî” ve “Akîdet-üt-Tahâvî”yi şerh eden Allâme Abdülganî Güneynî el-Meydânî, Hanefî fıkhında icâzet alan Hasen el-Baytar, “Dürer”i şerheden İstanbullu Ahmed Efendi, Şam’da mîrâs hesapları ve taksimi (ferâiz) işlerine bakan Seyyid Hasen er-Resâme, fen, sosyal ve dînî ilimlerde birçok kıymetli kitaplar yazan Yûsuf Bedreddîn el-Magribî, Allâme Muhammed Cukıllî, İzmir ulemâsından ilim payesi (rütbesi) sahibi Muhammed Efendi, “Elfiye” ve “Dürr-ül-Muhtâr” kitaplarını geniş olarak açıklayıp yeni bir kitap yazan Abdülkâdir Hallâsi, Dımeşk müftîliği yapmış olan Ali Murâdî Efendi, Şam kadılığı yapmış olan Anadolu kadıaskeri Abdülhalîm Efendi, Hasen bin Hâlid Muhammed Tillovî, Muhyiddîn Yâfiî, zamanında Şeyh-ül-kurrâ olan Ahmed Mahlâvî el-Mısrî, Bağdat’ın meşhûr âlimlerinden Molla Abdürrezzâk Bağdadî, “Mecelle”yi hazırlayan komisyonda bulunan oğlu Alâeddîn Muhammed gibi daha birçokları, İbn-i Abidîn’in derslerine devam ederek icâzet (diploma) almışlardır.
İbn-i Abidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Ya’nî önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru olarak nakil yapanlar derecesindedir.
Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (rahmetullahi aleyh) kendisine yazdığı bir mektûp aşağıdadır.
“Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Abidîn’e en güzel duâlarımı ve en latif medhlerimi bildiririm.
Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî’nin sizden tarafa gitmesini vesile ederek bu mektûbu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz.
Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmamızın acısı içindeyiz. Allahü teâlâdan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânın izni ile, her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz.
Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm.”
İbn-i Âbidîn, 1252 (m. 1836) senesinde ellidört yaşında iken Şam’da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp gözyaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Tabutu parmaklar üzerinde taşındı. Cenâze namazı Sinân Paşa Câmii’nde kılındıktan sonra, Şam’da “Bâb-üs-sagîr” denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi.
Eserleri: En meşhûr eseri Redd-ül-muhtâr’dır. İbn-i Âbidîn bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-muhtâr kitabına yaptığı beş cildlik hâşiyesidir. Kitap, “İbn-i Âbidîn” ismiyle meşhûr olmuştur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fukahâ (fıkıh âlimleri) tarafından, üzerinde söz edilmiş her mes’elenin hülâsası, bütün kelâm âlimlerinin kabûl ve takdîr ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamanına kadar yazılmış olan fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından “Kurret -ül-Uyûn-il-ahyâr” adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da, İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962’de basıldı. Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî haşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-dürriyye, İthâf-üz-zekî, Bugyet-ül-menâsik, Tahrîr-ül-İbâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül’alîl, Ukûd-ül-le’âlî, îcâbet-ül-gavs, Sell-ül-hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî (Bu eserinde Mevlânâ Hâlid hazretlerine dil uzatanlara cevap vermekte, kerâmetin hak olduğunu isbat etmektedir), El-İlm-üz-zâhir, El-Fevâid-ül-Adbe, Menhel-ül-Vâridîn (bu kitap, İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından ofset olarak yayınlanmıştır), El-Ukûdü Resm-il-müftî Nesemât-ül-eshâr gibi daha birçok kıymetli eserleri vardır.
Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliyyi kâmil ve mükemmil seyyid Abdülhakîm Efendi; “Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faidelisi “İbn-i Âbidîn”dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir...” buyurdu.
İbn-i Âbidîn hazretleri, her sözünü, her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı a’zamdan, o büyük İmâm da Kitâbdan ve sünnetten almıştır. İbn-i Âbidîn’in bildirdiği hükümlere tâbi olan her müslüman, Kitaba ve sünnete tâbi olmaktadır. Ona uymak istemeyen kendi hevasına, nefsinin arzularına tâbi olmuş demektir. Böyle kimsenin Cehenneme gideceğini Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Derin fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn hazretlerinin kitaplarından ba’zı fıkıh hükümleri aşağıdadır:
Redd-ül-muhtâr, beşinci cild, beşyüzyirmidördüncü sahifede buyuruyor ki “Resûlullahı vesile kılarak, Allahü teâlâya duâ etmek güzel olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı birşey demedi. Yalnız İbn-i Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyleyerek, ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, İmâm-ı Sübkî güzel açıklamaktadır.”
Üçüncü cild, “Cihâd” bahsinde şöyle buyurmaktadır: “Düşman hücum ettiği veya hücum korkusu olduğu zaman, her müslümanın harb etmesi farz-ı ayndır.”
Beşinci cild, ikiyüzaltmışdokuzuncu sahifede şöyle buyurulmuştur: “Anayı, babayı ve kadının zevcini, adları ile çağırması tahrîmen mekrûhdur, büyük günahdır. Ta’zîm ile, saygı anlatan kelimeler ile ve yanına g
Şam’da yetişen âlimlerin en büyüklerinden. Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn’in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz’dir. 1198 (m. 1784) senesinde Şam’da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. O vilâyet güneşinin Şam’da cenâze namazını İbn-i Âbidin hazretleri kıldırdı. Çok kitap yazdı. “Dürr-ül-mahtâr”a yaptığı haşiyesi beş cild olup, “Redd-ül-muhtâr” adı ile birkaç defa basılmıştır. Hanefî mezhebinde en sağlam fıkıh kitabıdır. İbn-i Abidîn 1252 (m. 1836) senesinde Şam’da vefât etti.
İbn-i Abidîn, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte ticâretle meşgûl oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur’ân-ı kerîmi okumaya devam ediyordu. Birgün dükkânlarının önünde Kur’ân-ı kerîm okurken, oradan geçen biri; “Burada bu şekilde Kur’ân-ı kerîm okuman uygun değildir. Hem okumanı da daha iyi bir şekilde düzelt” dedi. Bunun üzerine babasından izin alarak, o zaman Şam’daki meşhûr kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Sa’îd-ül-Hamevî’ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir “Meydâniye”, “Cezeriyye” ve “Şâtıbıyye” kitaplarını okudu ve ezberledi. Kur’ân-ı kerîmin doğru ve tam okunmasını bildiren kırâat ilmini iyice öğrendikten sonra, sarf, nahiv ve Şafiî fıkhını öğrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi. Bundan sonra, o zamanın en meşhûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî’nin derslerine devam etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanısıra, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha onyedi yaşında iken, fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhler (açıklama ve izahlar) yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadîs ilminde de, Şam’da bulunan muhaddis Kuzberî’den icâzet (diploma) aldı. İlimde o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayatta iken büyük bir şöhrete kavuştu.
İbn-i Abidîn (rahmetullahi aleyh), zâhir ilimlerini öğrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den öğrendi. Onun sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. İbn-i Abidîn’in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: “Babam uzun boylu, heybetli ve vekârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı, ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamlı kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve gözyaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi.”
İbn-i Abidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhûr olup, kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Haramlardan, mekrûhlardan ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehablara, edeblere uymakta son derece titiz davranırdı.
Beş vakit namazda, tahıyyâti okurken, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin kıymetli talebelerinden olan İbn-i Abidîn, ondan ders aldığı sıralarda, birgece rü’yâda Resûlullahın ( aleyhisselâm ) üçüncü halîfesi Hazreti Osman’ın vefât ettiğini ve Câmi-i Emevî’de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine bu rü’yâyı olduğu gibi anlatınca, o da; “Senin rü’yânın ta’biri, Allahü teâlâ bilir ki şöyledir: “Ben yakında vefât ederim, sen benim cenâze namazımı Câmi-i Emevî’de kıldırırsın. Çünkü ben, Hazreti Osman’ın torunlarındanım” buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî tâ’ûn (veba) hastalığından şehîd olarak vefât etti. Namazını İbn-i Abidîn kıldırdı.
İbn-i Abidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabasını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi.
Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam’da ve diğer şehirlerdeki şer’î mahkemelerde ihtilaflı hüküm verilse, derhal ona müracaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor mes’eleler ona sorulurdu. İhtilaflı birşey hakkında ona müracaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla öyle açıklamalar kordu ki, böylece en zor mes’eleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslupla yazardı. Birçok talebe yetiştirip icâzet (diploma) vermiştir. Başlıca talebeleri, kendi kardeşi Allâme es-Seyyîd Abdülganî, akrabasından Emîn-ül-fetvâ Ahmed Efendi, Sâlih İbni Seyyid Hasen Abidîn, İstanbul’da ikinci derecede Mecidiye nişanı (ilim rütbesi) almış olan ve o zaman Medine’de kadılık yapan, ilimde parmakla gösterilen Câbi-zâde de İbn-i Abidîn’den ders alarak çeşitli ilimleri öğrendi. Bunlardan başka; tasavvufda ve diğer ilimlerde meşhûr olan eş-Şeyh Yahyâ Serdest, “Kudûrî” ve “Akîdet-üt-Tahâvî”yi şerh eden Allâme Abdülganî Güneynî el-Meydânî, Hanefî fıkhında icâzet alan Hasen el-Baytar, “Dürer”i şerheden İstanbullu Ahmed Efendi, Şam’da mîrâs hesapları ve taksimi (ferâiz) işlerine bakan Seyyid Hasen er-Resâme, fen, sosyal ve dînî ilimlerde birçok kıymetli kitaplar yazan Yûsuf Bedreddîn el-Magribî, Allâme Muhammed Cukıllî, İzmir ulemâsından ilim payesi (rütbesi) sahibi Muhammed Efendi, “Elfiye” ve “Dürr-ül-Muhtâr” kitaplarını geniş olarak açıklayıp yeni bir kitap yazan Abdülkâdir Hallâsi, Dımeşk müftîliği yapmış olan Ali Murâdî Efendi, Şam kadılığı yapmış olan Anadolu kadıaskeri Abdülhalîm Efendi, Hasen bin Hâlid Muhammed Tillovî, Muhyiddîn Yâfiî, zamanında Şeyh-ül-kurrâ olan Ahmed Mahlâvî el-Mısrî, Bağdat’ın meşhûr âlimlerinden Molla Abdürrezzâk Bağdadî, “Mecelle”yi hazırlayan komisyonda bulunan oğlu Alâeddîn Muhammed gibi daha birçokları, İbn-i Abidîn’in derslerine devam ederek icâzet (diploma) almışlardır.
İbn-i Abidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Ya’nî önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru olarak nakil yapanlar derecesindedir.
Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (rahmetullahi aleyh) kendisine yazdığı bir mektûp aşağıdadır.
“Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Abidîn’e en güzel duâlarımı ve en latif medhlerimi bildiririm.
Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî’nin sizden tarafa gitmesini vesile ederek bu mektûbu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz.
Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmamızın acısı içindeyiz. Allahü teâlâdan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânın izni ile, her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz.
Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm.”
İbn-i Âbidîn, 1252 (m. 1836) senesinde ellidört yaşında iken Şam’da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp gözyaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Tabutu parmaklar üzerinde taşındı. Cenâze namazı Sinân Paşa Câmii’nde kılındıktan sonra, Şam’da “Bâb-üs-sagîr” denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi.
Eserleri: En meşhûr eseri Redd-ül-muhtâr’dır. İbn-i Âbidîn bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-muhtâr kitabına yaptığı beş cildlik hâşiyesidir. Kitap, “İbn-i Âbidîn” ismiyle meşhûr olmuştur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fukahâ (fıkıh âlimleri) tarafından, üzerinde söz edilmiş her mes’elenin hülâsası, bütün kelâm âlimlerinin kabûl ve takdîr ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamanına kadar yazılmış olan fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından “Kurret -ül-Uyûn-il-ahyâr” adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da, İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962’de basıldı. Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî haşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-dürriyye, İthâf-üz-zekî, Bugyet-ül-menâsik, Tahrîr-ül-İbâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül’alîl, Ukûd-ül-le’âlî, îcâbet-ül-gavs, Sell-ül-hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî (Bu eserinde Mevlânâ Hâlid hazretlerine dil uzatanlara cevap vermekte, kerâmetin hak olduğunu isbat etmektedir), El-İlm-üz-zâhir, El-Fevâid-ül-Adbe, Menhel-ül-Vâridîn (bu kitap, İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından ofset olarak yayınlanmıştır), El-Ukûdü Resm-il-müftî Nesemât-ül-eshâr gibi daha birçok kıymetli eserleri vardır.
Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliyyi kâmil ve mükemmil seyyid Abdülhakîm Efendi; “Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faidelisi “İbn-i Âbidîn”dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir...” buyurdu.
İbn-i Âbidîn hazretleri, her sözünü, her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı a’zamdan, o büyük İmâm da Kitâbdan ve sünnetten almıştır. İbn-i Âbidîn’in bildirdiği hükümlere tâbi olan her müslüman, Kitaba ve sünnete tâbi olmaktadır. Ona uymak istemeyen kendi hevasına, nefsinin arzularına tâbi olmuş demektir. Böyle kimsenin Cehenneme gideceğini Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Derin fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn hazretlerinin kitaplarından ba’zı fıkıh hükümleri aşağıdadır:
Redd-ül-muhtâr, beşinci cild, beşyüzyirmidördüncü sahifede buyuruyor ki “Resûlullahı vesile kılarak, Allahü teâlâya duâ etmek güzel olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı birşey demedi. Yalnız İbn-i Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyleyerek, ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, İmâm-ı Sübkî güzel açıklamaktadır.”
Üçüncü cild, “Cihâd” bahsinde şöyle buyurmaktadır: “Düşman hücum ettiği veya hücum korkusu olduğu zaman, her müslümanın harb etmesi farz-ı ayndır.”
Beşinci cild, ikiyüzaltmışdokuzuncu sahifede şöyle buyurulmuştur: “Anayı, babayı ve kadının zevcini, adları ile çağırması tahrîmen mekrûhdur, büyük günahdır. Ta’zîm ile, saygı anlatan kelimeler ile ve yanına g
Harrân'da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden. Nesebi; Hayât bin Kays bin Kahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî'dir. Urfa'ya bağlı Harrân kazasında doğup yetiştiği için "Harrânî" nisbeti ve "Şeyh-ül-Kıdve" lakabı ile meşhûr oldu. Doğum târihi hakkında, Kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamıştır. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân'da geçirmiş büyük bir velîdir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, onu ziyâret edip duâsını alırlar, onunla berâber olmakla bereketlenirlerdi.Yüksek hâllerin ve kerâmetlerin sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti yanında, dînine çok bağlı bir zât idi. Cömertliğiyle meşhûrdur. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân'ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâretçilere açıktır.
Hayât bin Kays hazretleri büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Keşf ve kerâmetleri, açık ve meydanda bir zât idi.Allahü teâlâya yakınlık derecesi bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakîkat ilimlerinde derin bilgisi vardı. Sayısız kerâmetleri yanında, hikmetlerle dolu, yüksek hakîkatleri açıklayan sözleri çoktur. İlimde ve tarîkatta o kadar yükselmişti ki, himmet ve tasarrufları "Yed-i Beyzâ"ya benzetilirdi.Yed-i Beyzâ, Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği beyaz ve parlak olan sağ eli olup, istediği vakit yakasına sokup çıkardıkça, güneş gibi bir ilâhî nur parlamaya başlardı. Düşmanları bu nûr-i ilâhîyi görünce, kaçıp dağılırlardı. Bu tâbir, mecâz olarak, kerâmet ve hârikulâde hâller ve meziyetler hakkında da kullanılırdı. O, her yönden ilim ve hâl sâhiplerine ışık tutmuş ve kendisine ilim, hâl ve zühd yönünden reislik verilmiştir. Bu hususlarda, pek çok velî kendi talebelerinin terbiyesini ona havâle etmişler ve onun sâyesinde nice kimse makam ve hâl sâhibi olmuştu. Ondan sayısız kimse ders ve feyz almıştı. Yetiştirip mezûn ettiği talebelerinin sayısı da hayli kalabalıktır. Yetiştirmiş olduğu talebeler, karanlık bir gecede parlayan yıldızlar misâlî, seçilmiş ve kerâmet ehli zâtlardır.
Evliyânın büyüklerinden birçoğu, onun hâllerini beğenip, söylediklerini tekrar etmişler ve birçok âlim de, onun büyüklüğünü her vesîle ile dile getirmiştir. Âlim ve câhil, herkes ondan istifâde etmiş, Harrân halkının başı sıkıştığında ona başvurulmuştur. Meselâ Harrân Ovasında, bâzan günlerce suyun damlası bulunmaz olurdu. Halk, bunun çâresini bulmuştu. Hemen Hayât bin Kays hazretlerine koşar, onun duâsını alır, duâsının himmet ve bereketiyle yağmur yağar, halk susuzluktan kurtulurdu. Bu hususta onun yardımları saymakla bitirilemez. Sultan Nûreddîn Zengî onu ziyâret edip, hıristiyanlara karşı yaptığı cihâdda azim ve gayretini kuvvetlendirince, onun muvaffak olması için duâ ederdi. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî de ziyâret eder, ondan duâ isterdi. Duâsını alarak yaptığı harbi kazanırdı.
Hayât bin Kays el-Harrânî hazretlerinin oğlu Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır: Şeyh Zagîb er-Rahâbî, babamın ziyâretine gelmişti. Babam ise, sabah namazından sonra evinin kapısında oturmuş, kendi işi ile meşgûl oluyordu. Zagîb er-Rahâbî gelip kapının diğer tarafına oturdu. Babam, onunla hiç konuşmadı. Şeyh Zagîb, buna alındı ve içinden: "Tâ Rahâbe'den geldim de, bana hiç iltifât edip konuşmadı. Hiç böyle olur mu?" diye düşündü. Babam ona hemen şöyle seslendi: "Benim hakkımda kalbinden geçirdiğin şu îtirâzından dolayı, sana bir zarar geleceğinden korkuyorum. Bunun dış âzâlarında mı, yoksa iç âzâlarında mı meydana gelmesini istersin?" O da: "Dış âzâlarımda olsun!" deyince, babam elini uzattı, o ânda gözlerinden bir tânesinin şekli ve yeri değişip rahatsızlandı. Adam kalkıp hürmet gösterdi ve oradan ayrıldı ve memleketi olan Rahâbe'ye döndü. Birkaç sene sonra, kendisine bir yerde tesâdüf ettiğimde, gözünün iyileşmiş olduğunu gördüm. Sebebini sorunca: "Bir zikir halkasına iştirâk ettim. Orada babanızın talebelerinden biri ile görüştüm. Ellerini hasta gözüme koyunca, hemen iyileşip eski hâline döndü." diye cevap verdi. O gün, baban benim gözüme parmağı ile işâret ettiği zaman kalb gözüm açılmış, onun feyzi ile birçok garîb şeyler görmüştüm."
Harrân'da bir câmi yapılıp, sıra mihrâba gelince, kıble husûsunda Hayât bin Kays hazretleri ile câmiyi yapan zât arasında ihtilâf çıktı. Sonunda Hayât bin Kays ustaya: "Önüne bak, kıbleyi göreceksin!" buyurdu. O zât da, önüne baktığında Kâbe'yi karşısında gördü ve düşüp bayıldı.
Bir gün, Hayât bin Kays hazretleri ile berâberindekiler, yolculuğa çıkmışlardı. Yorulunca, bir yerde dinlenmek istediler. Ümm-i Gâylân denilen bir ağacın altında istirahate çekildiler. Bir aralık hizmetçisi, Hayât bin Kays'a; "Ben, hurma yemek istiyorum!" deyince; ona: "Şu ağacı salla, hurma düşer ve yersin!" buyurdu. Hizmetçi; "Bu ağaç Ümm-i Gâylân denilen bir ağaçtır, hurma ağacı değildir." dedi. Hayât bin Kays hazretleri, "Ben sana o ağacı salla diyorum." deyince, hizmetçi ağacı sallamak zorunda kaldı. Ağacı sallayınca, misk gibi yaş hurma dökülüverdi. Dökülen hurmaları yediler, doydular ve sonra kalkıp gittiler.
Sâlih bin Gânim bin Ya'lâ isimli bir zât: "Güzel bir günde, Yemen'den Hind Denizine bir sefere çıkmıştı. Gemi denizin ortasına gelince, şiddetli esen fırtına ve dalgaları tutuldu. Gemi hasara uğrayıp delindi ve battı. Salih bin Gânim, bir tahta parçasına tutunarak, kimsenin yaşamadığı bomboş bir adaya ulaştı. Çok gezdiği hâlde hiç kimseyi göremedi. Orada bir mescid görüp, içeriye girdi. Mescidde bulunan dört kişi, kıbleye yönelmiş, tâat ve zikir ile meşgûl idi. Selâmlaştıktan sonra hâlini hatırını sordular. O da, soranların hâllerini müşâhedeye devâm etti. Yatsı namazı vaktinde, Hayât bin Kays hazretleri içeriye girdi. Onların yanına yaklaşıp selâm verdi. Namaz kılmak için öne doğru geçti. Onu imâm yapıp, yatsıyı cemâatle kıldılar. Sabaha kadar ibâdet, tâat ve zikir ile meşgûl oldular. Sabah namazı da kılındı. Namazdan sonra, Hayât bin Kays hazretlerinin; "Ey tövbe edenlerin sevgilisi! Ey âriflerin neşe, sevinç kaynağı! Ey âbidlerin gözbebeği! Ey yalnızların dostu! Ey sığınanların sığınağı ve ey ümidini kesenlerin dayanağı! Ey sıddîkların kalblerinin kendisine meylettiği ve sevgililerinin kalblerinin kendisiyle dost olduğu ve korkanların himmetinin kendisine bağlandığı yüce Rabbim!" diye münâcâtta bulunup, yalvardığını işitti. Sonra ağladı. O sırada etrâfı aydınlatan nurlar gördü. Onlar sebebiyle, ayın on dördündeki parlaklık gibi her taraf aydınlanmıştı. Sonra Hayât bin Kays mescidden: "Sevenin, sevgiliye gitmesi, büyük bir iştir. Çünkü, kalbte korkulardan meydana gelen dehşetli üzüntü vardır. Ey sevgili! Ben ıssız çölleri yürüyerek katediyorum. Karşılaştığım bütün ovalar ve dağlar, beni hep sana gönderiyor" mânâsındaki beyitleri söyleyerek çıkıp gitti. Orada bulunanlar, Sâlih bin Gânim'e: "Bu zâta tâbi ol!" dediklerinde, peşine takıldı. Yer ve gök, denizler ve dağlar, sahrâlar, onun ayağı altında dürülüyordu. O, her adımını atışında, "Yâ Rabbî! Hayât'a hayat ver!" diyordu. Az zaman sonra, bir anda yeryüzü katlanıp, hemen Harrân'a geldiler. Oradakiler henüz sabah namazını kılıyorlardı."
Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: "Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma'rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir."
Hikmetlerle dolu, kalblere tesir eden sözlerinden bâzıları şunlardır:
"Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir."
"Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır."
"Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O'nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O'nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk'ın sevgisini bulundurmalıdır"
"Haramlardan sakın ve dünyâya düşkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarılmalı, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduğunu gösterip, dünyâlıklara kavuşmak için onu vesîle etmemelidir."
"Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O'nu tanımanın) ve Hakk'a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur."
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.153
2) Kalâid-ül-Cevâhir; s.115
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.410
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.269
5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.430
6) Nefehât-ül-Üns; s.612
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.225
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmiHasan bin Ali, mahlası Sezâî'dir. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1669 (H.1080) yılında Gördes'de doğdu. Şehrin bugünkü adı Korent olup, Yunanistan sınırları içinde kalmıştır. 1738 (H.1151) senesinde Edirne'de vefât etti.Kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi.
Hasan Sezâî, on sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes'te kaldı. 1687 senesinde Venedikliler o beldeyi istilâ edince, gemi ile Gördes'ten İstanbul'a geldi. Yolculuk esnâsında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasan Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sâhib olduğu gibi, edeb ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmesiyle bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sâhib idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, ilerde yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu.
İstanbul'dan Edirne'ye geçen Hasan Sezâî bir taraftan oradaki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer yandan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnâsında tanıştığı zâtın tesiri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî'nin vefâtından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La'lî Fenâî Efendiye bağlandı. Muhammed La'lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne'de Şeyh Şücâ' Zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Hasan Sezâî'ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazifesi verildi. Bunun için Sezâî'ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasan Sezâî ondan mezun olup, Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Buradaki vazifesi altı ayı dolunca, hocası Muhammed La'lî'nin halîfesi olan Muhammed Hamdi Efendi vefât etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti.
Hasan Sezâî Efendi bir gün talebeleriyle sohbet ederken kalp gözüyle hocası La'lî Efendinin vefât ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnâda bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrâbın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir.
Hasan Sezâî Efendi bir ara İstanbul'a gelmişti. Daha önce Edirne'de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul'a gelince, birçok kimse onu görmek arzusu ile bulunduğu yere akın etti. Fakat o, tevâzusunun çokluğundan, gâyet sâkin idi. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bâzılarının kalbine, Hasan Sezâî'yi tahmin ettikleri gibi bulamama düşüncesi geldi. O gece bu kimselerin herbiri, rüyâlarında, Resûlullah efendimizi ziyâret için Medîne-i münevvereye gittiklerini, fakat kapıda Hasan Sezâî'nin bulunduğunu ve huzûr-ı seâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini gördüler. Ertesi gün rüyâlarını birbirine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyâyı gördükleri anlaşıldı. Böylece Hasan Sezâî hazretlerinin, Resûlullah efendimizin vârisi olan büyük âlimlerden olduğunu yakînen anladılar.
Hasan Sezâî hazretleri daha sonra Mısır'a gitti. Kâhire'de, Gülşenî Dergâhında vazîfe yapan İbrâhim Çelebi tarafından, Gülşenî tarîkatinde ikinci pîr olarak kabûl edildi.
Hasan Sezâî Efendi, gâyet kibâr, asîl ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Edirne'deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Talebelerinin sayısının beş yüz bini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti.Dergâhın yanında bir sebzeci dükkanı vardı. Bir gün talebeleri ile sohbet ederken o dükkana bakarak şu şiiri söyledi:
Derd ile dâim yanmakta bu dil
Aşkın nârına olmuşlar fitil
Pervâne-sıfat olmaya vâsıl
Şem'-i cemâle sûzana geldik.
Cismimiz bunda, canımız onda,
Gevherimizin aslı ol kânda
Sezâî, şimdi biz bu dükkanda,
Biraz eylenip seyrâne geldik.
Talebeleri önce bu sözlerin hikmetini anlayamamışlardı. Ancak çok geçmeden dükkanın yeri satın alınarak dergâha ilâve olundu ve Sezâî Efendi vefât edince o yere defnolundu. Yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne'de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır.
Hasan Sezâî Efendinin menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur.
Rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; "Gidiniz. Bunların birini Güzelcebaba'daki dergâhın şeyhi Enis Dede'ye, diğerini de Bostanpazarı'ndaki Hasan Sezâî'ye veriniz." dedi. Vazifeliler Enis Dede'ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; "Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz bir şeyimiz kalmadığı zaman sâhib olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok nimete kavuştuğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu muhtâc birine veriniz. O zaman ben de memnun olurum." dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazifeliler Hasan Sezâî'nin dergâhına doğru yola çıktılar.
Bu sırada Sezâî Efendi dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bâzı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. HasanSezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; "Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir." dedi. Hasan Sezâî'nin yanında para olmadığını bilen talebeleri bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasan Sezâî onları görünce; "Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim." dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular.
Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.
Sefînet-ül-Evliyâ kitabının müellifi Hüseyin Vassâf Halvetî şöyle anlatır: "1906 senesinde Sezâî hazretlerinin türbesini ziyâret için Edirne'ye gitmiştim. Ziyâret esnâsında duyduğum, hissettiğim mânevî haz pek yüksekti. Başucundaki taşın üzerine kutubluk alâmeti olmak üzere siyah bir sarık sarılmıştı. Bu ziyâretim mânevî bir hava içerisinde geçti.
Edirne'ye daha sonraları birkaç defâ gittim. Son ziyâretim 1922 senesinde oldu. Sezâî Efendinin güzel kokulu türbesini ziyâretle şereflendim. O sıralarda türbeye bakmakla vazifeli olanlar her nasılsa dünyâya düşkün kimseler olduğundan, onların alâkasızlığı ve lâkayd hâlleri sebebiyle türbe bakımsız hâldeydi. İçeriyi örümcek ve tozlar kaplamıştı. Cildleri bozulmuş, sahifeleri eskimiş Kur'ân-ı kerîmler de ortalıkta duruyordu. Bu duruma çok üzüldüm. Hattâ bir kimse içeriye kadar girmiş, sandukanın üzerinde örtülü bulunan değerli kumaşın yarısını keserek, götürüp satmıştı. Bunu öğrenince üzüntüm daha da arttı. Çok mahzûn oldum. Böyle yüksek bir zâtın türbesinin bu derece bakımsızlık içinde bulunması ne kadar acıydı. Mahallî vakıfların bozulması ve dergâha bakanların geçim derdine düşmeleri, türbeye hizmeti aksatmıştı. Hemen türbeyi temizlemek için teşebbüse geçtim. Allahü teâlânın izni ve yardımı ile türbeyi lâyık olduğu hâle getirdik."
Hasan Sezâî Efendi uzak bir yere gittiğinde oğullarına ve talebelerine yahut uzakta bulunan sevdiklerine mektuplar gönderir, onların dînin emir ve nehiylerini yerine getirmekte gayret ve şevklerini artırırdı.
Oğluna yazdığı bir mektuptan bâzı kısımlar:
"Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk'a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder.
Dâimâ affedici ol. Vasiyetlerimi tutarsan dünyâda rahat ve muhterem, âhirette de mükerrem olur ve rızâmı kazanırsın. Dâimâ îtikâdı düzgün, sâlih kimselerle birlikte bulun. Dünyâ fânîdir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak şey, Allahü teâlâ için olan muhabbettir."
Başka bir talebesine yazdığı bir mektuptan:
"Allahü teâlâ mânevî nîmetlerden hisse almanı nasîb eylesin. Sakın ha. Dünyâ îtibârına aldanıp mânevî yükselmeden geri kalmayasın. Sûret ve görünüşe îtibâr etmeyesin. Zîrâ görünüşteki îtibâr, olsa olsa su üzerinde meydana gelen dalgaya benzer. Su üzerindeki dalganın devamlı olması mümkün müdür ve ona bağlanıp kalmak akıl kârı mıdır? Hak teâlâ mânâ âlemimizi ihyâ eylesin. Bize hidâyet versin. Çeşitli yanlışlara düşerek, mâneviyâtımızın harâb olmasından Allahü teâlâya sığınırız."
Hasan Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kâbiliyetine de sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, "Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzî'si" ünvânı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.
Hasan Sezâî Efendinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:
Vücûdum mülkünün sultânı sensin.
Muhakkak cânımın cânânı sensin.
Sezâî vârını mahvetti şimdi,
Hemin mevcûd olan ihsânı sensin.
***
Muhammed, ma'den-i sıdk u safâdır
Muhammed, menba'ı cûd u atâdır (aleyhisselâm).
***
Hasan Sezâî Efendinin eserleri şunlardır:
1) Dîvân: Ekserisi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertib edilmiştir. 2) Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sâhiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir. 3) Niyâz
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmiHasan bin Ali, mahlası Sezâî'dir. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1669 (H.1080) yılında Gördes'de doğdu. Şehrin bugünkü adı Korent olup, Yunanistan sınırları içinde kalmıştır. 1738 (H.1151) senesinde Edirne'de vefât etti.Kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi.
Hasan Sezâî, on sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes'te kaldı. 1687 senesinde Venedikliler o beldeyi istilâ edince, gemi ile Gördes'ten İstanbul'a geldi. Yolculuk esnâsında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasan Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sâhib olduğu gibi, edeb ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmesiyle bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sâhib idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, ilerde yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu.
İstanbul'dan Edirne'ye geçen Hasan Sezâî bir taraftan oradaki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer yandan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnâsında tanıştığı zâtın tesiri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî'nin vefâtından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La'lî Fenâî Efendiye bağlandı. Muhammed La'lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne'de Şeyh Şücâ' Zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Hasan Sezâî'ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazifesi verildi. Bunun için Sezâî'ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasan Sezâî ondan mezun olup, Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Buradaki vazifesi altı ayı dolunca, hocası Muhammed La'lî'nin halîfesi olan Muhammed Hamdi Efendi vefât etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti.
Hasan Sezâî Efendi bir gün talebeleriyle sohbet ederken kalp gözüyle hocası La'lî Efendinin vefât ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnâda bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrâbın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir.
Hasan Sezâî Efendi bir ara İstanbul'a gelmişti. Daha önce Edirne'de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul'a gelince, birçok kimse onu görmek arzusu ile bulunduğu yere akın etti. Fakat o, tevâzusunun çokluğundan, gâyet sâkin idi. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bâzılarının kalbine, Hasan Sezâî'yi tahmin ettikleri gibi bulamama düşüncesi geldi. O gece bu kimselerin herbiri, rüyâlarında, Resûlullah efendimizi ziyâret için Medîne-i münevvereye gittiklerini, fakat kapıda Hasan Sezâî'nin bulunduğunu ve huzûr-ı seâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini gördüler. Ertesi gün rüyâlarını birbirine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyâyı gördükleri anlaşıldı. Böylece Hasan Sezâî hazretlerinin, Resûlullah efendimizin vârisi olan büyük âlimlerden olduğunu yakînen anladılar.
Hasan Sezâî hazretleri daha sonra Mısır'a gitti. Kâhire'de, Gülşenî Dergâhında vazîfe yapan İbrâhim Çelebi tarafından, Gülşenî tarîkatinde ikinci pîr olarak kabûl edildi.
Hasan Sezâî Efendi, gâyet kibâr, asîl ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Edirne'deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Talebelerinin sayısının beş yüz bini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti.Dergâhın yanında bir sebzeci dükkanı vardı. Bir gün talebeleri ile sohbet ederken o dükkana bakarak şu şiiri söyledi:
Derd ile dâim yanmakta bu dil
Aşkın nârına olmuşlar fitil
Pervâne-sıfat olmaya vâsıl
Şem'-i cemâle sûzana geldik.
Cismimiz bunda, canımız onda,
Gevherimizin aslı ol kânda
Sezâî, şimdi biz bu dükkanda,
Biraz eylenip seyrâne geldik.
Talebeleri önce bu sözlerin hikmetini anlayamamışlardı. Ancak çok geçmeden dükkanın yeri satın alınarak dergâha ilâve olundu ve Sezâî Efendi vefât edince o yere defnolundu. Yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne'de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır.
Hasan Sezâî Efendinin menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur.
Rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; "Gidiniz. Bunların birini Güzelcebaba'daki dergâhın şeyhi Enis Dede'ye, diğerini de Bostanpazarı'ndaki Hasan Sezâî'ye veriniz." dedi. Vazifeliler Enis Dede'ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; "Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz bir şeyimiz kalmadığı zaman sâhib olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok nimete kavuştuğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu muhtâc birine veriniz. O zaman ben de memnun olurum." dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazifeliler Hasan Sezâî'nin dergâhına doğru yola çıktılar.
Bu sırada Sezâî Efendi dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bâzı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. HasanSezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; "Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir." dedi. Hasan Sezâî'nin yanında para olmadığını bilen talebeleri bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasan Sezâî onları görünce; "Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim." dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular.
Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.
Sefînet-ül-Evliyâ kitabının müellifi Hüseyin Vassâf Halvetî şöyle anlatır: "1906 senesinde Sezâî hazretlerinin türbesini ziyâret için Edirne'ye gitmiştim. Ziyâret esnâsında duyduğum, hissettiğim mânevî haz pek yüksekti. Başucundaki taşın üzerine kutubluk alâmeti olmak üzere siyah bir sarık sarılmıştı. Bu ziyâretim mânevî bir hava içerisinde geçti.
Edirne'ye daha sonraları birkaç defâ gittim. Son ziyâretim 1922 senesinde oldu. Sezâî Efendinin güzel kokulu türbesini ziyâretle şereflendim. O sıralarda türbeye bakmakla vazifeli olanlar her nasılsa dünyâya düşkün kimseler olduğundan, onların alâkasızlığı ve lâkayd hâlleri sebebiyle türbe bakımsız hâldeydi. İçeriyi örümcek ve tozlar kaplamıştı. Cildleri bozulmuş, sahifeleri eskimiş Kur'ân-ı kerîmler de ortalıkta duruyordu. Bu duruma çok üzüldüm. Hattâ bir kimse içeriye kadar girmiş, sandukanın üzerinde örtülü bulunan değerli kumaşın yarısını keserek, götürüp satmıştı. Bunu öğrenince üzüntüm daha da arttı. Çok mahzûn oldum. Böyle yüksek bir zâtın türbesinin bu derece bakımsızlık içinde bulunması ne kadar acıydı. Mahallî vakıfların bozulması ve dergâha bakanların geçim derdine düşmeleri, türbeye hizmeti aksatmıştı. Hemen türbeyi temizlemek için teşebbüse geçtim. Allahü teâlânın izni ve yardımı ile türbeyi lâyık olduğu hâle getirdik."
Hasan Sezâî Efendi uzak bir yere gittiğinde oğullarına ve talebelerine yahut uzakta bulunan sevdiklerine mektuplar gönderir, onların dînin emir ve nehiylerini yerine getirmekte gayret ve şevklerini artırırdı.
Oğluna yazdığı bir mektuptan bâzı kısımlar:
"Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk'a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder.
Dâimâ affedici ol. Vasiyetlerimi tutarsan dünyâda rahat ve muhterem, âhirette de mükerrem olur ve rızâmı kazanırsın. Dâimâ îtikâdı düzgün, sâlih kimselerle birlikte bulun. Dünyâ fânîdir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak şey, Allahü teâlâ için olan muhabbettir."
Başka bir talebesine yazdığı bir mektuptan:
"Allahü teâlâ mânevî nîmetlerden hisse almanı nasîb eylesin. Sakın ha. Dünyâ îtibârına aldanıp mânevî yükselmeden geri kalmayasın. Sûret ve görünüşe îtibâr etmeyesin. Zîrâ görünüşteki îtibâr, olsa olsa su üzerinde meydana gelen dalgaya benzer. Su üzerindeki dalganın devamlı olması mümkün müdür ve ona bağlanıp kalmak akıl kârı mıdır? Hak teâlâ mânâ âlemimizi ihyâ eylesin. Bize hidâyet versin. Çeşitli yanlışlara düşerek, mâneviyâtımızın harâb olmasından Allahü teâlâya sığınırız."
Hasan Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kâbiliyetine de sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, "Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzî'si" ünvânı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.
Hasan Sezâî Efendinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:
Vücûdum mülkünün sultânı sensin.
Muhakkak cânımın cânânı sensin.
Sezâî vârını mahvetti şimdi,
Hemin mevcûd olan ihsânı sensin.
***
Muhammed, ma'den-i sıdk u safâdır
Muhammed, menba'ı cûd u atâdır (aleyhisselâm).
***
Hasan Sezâî Efendinin eserleri şunlardır:
1) Dîvân: Ekserisi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertib edilmiştir. 2) Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sâhiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir. 3) Niyâz
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmiHasan bin Ali, mahlası Sezâî'dir. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1669 (H.1080) yılında Gördes'de doğdu. Şehrin bugünkü adı Korent olup, Yunanistan sınırları içinde kalmıştır. 1738 (H.1151) senesinde Edirne'de vefât etti.Kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi.
Hasan Sezâî, on sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes'te kaldı. 1687 senesinde Venedikliler o beldeyi istilâ edince, gemi ile Gördes'ten İstanbul'a geldi. Yolculuk esnâsında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasan Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sâhib olduğu gibi, edeb ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmesiyle bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sâhib idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, ilerde yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu.
İstanbul'dan Edirne'ye geçen Hasan Sezâî bir taraftan oradaki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer yandan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnâsında tanıştığı zâtın tesiri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî'nin vefâtından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La'lî Fenâî Efendiye bağlandı. Muhammed La'lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne'de Şeyh Şücâ' Zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Hasan Sezâî'ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazifesi verildi. Bunun için Sezâî'ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasan Sezâî ondan mezun olup, Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Buradaki vazifesi altı ayı dolunca, hocası Muhammed La'lî'nin halîfesi olan Muhammed Hamdi Efendi vefât etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti.
Hasan Sezâî Efendi bir gün talebeleriyle sohbet ederken kalp gözüyle hocası La'lî Efendinin vefât ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnâda bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrâbın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir.
Hasan Sezâî Efendi bir ara İstanbul'a gelmişti. Daha önce Edirne'de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul'a gelince, birçok kimse onu görmek arzusu ile bulunduğu yere akın etti. Fakat o, tevâzusunun çokluğundan, gâyet sâkin idi. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bâzılarının kalbine, Hasan Sezâî'yi tahmin ettikleri gibi bulamama düşüncesi geldi. O gece bu kimselerin herbiri, rüyâlarında, Resûlullah efendimizi ziyâret için Medîne-i münevvereye gittiklerini, fakat kapıda Hasan Sezâî'nin bulunduğunu ve huzûr-ı seâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini gördüler. Ertesi gün rüyâlarını birbirine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyâyı gördükleri anlaşıldı. Böylece Hasan Sezâî hazretlerinin, Resûlullah efendimizin vârisi olan büyük âlimlerden olduğunu yakînen anladılar.
Hasan Sezâî hazretleri daha sonra Mısır'a gitti. Kâhire'de, Gülşenî Dergâhında vazîfe yapan İbrâhim Çelebi tarafından, Gülşenî tarîkatinde ikinci pîr olarak kabûl edildi.
Hasan Sezâî Efendi, gâyet kibâr, asîl ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Edirne'deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Talebelerinin sayısının beş yüz bini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti.Dergâhın yanında bir sebzeci dükkanı vardı. Bir gün talebeleri ile sohbet ederken o dükkana bakarak şu şiiri söyledi:
Derd ile dâim yanmakta bu dil
Aşkın nârına olmuşlar fitil
Pervâne-sıfat olmaya vâsıl
Şem'-i cemâle sûzana geldik.
Cismimiz bunda, canımız onda,
Gevherimizin aslı ol kânda
Sezâî, şimdi biz bu dükkanda,
Biraz eylenip seyrâne geldik.
Talebeleri önce bu sözlerin hikmetini anlayamamışlardı. Ancak çok geçmeden dükkanın yeri satın alınarak dergâha ilâve olundu ve Sezâî Efendi vefât edince o yere defnolundu. Yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne'de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır.
Hasan Sezâî Efendinin menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur.
Rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; "Gidiniz. Bunların birini Güzelcebaba'daki dergâhın şeyhi Enis Dede'ye, diğerini de Bostanpazarı'ndaki Hasan Sezâî'ye veriniz." dedi. Vazifeliler Enis Dede'ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; "Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz bir şeyimiz kalmadığı zaman sâhib olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok nimete kavuştuğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu muhtâc birine veriniz. O zaman ben de memnun olurum." dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazifeliler Hasan Sezâî'nin dergâhına doğru yola çıktılar.
Bu sırada Sezâî Efendi dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bâzı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. HasanSezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; "Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir." dedi. Hasan Sezâî'nin yanında para olmadığını bilen talebeleri bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasan Sezâî onları görünce; "Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim." dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular.
Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.
Sefînet-ül-Evliyâ kitabının müellifi Hüseyin Vassâf Halvetî şöyle anlatır: "1906 senesinde Sezâî hazretlerinin türbesini ziyâret için Edirne'ye gitmiştim. Ziyâret esnâsında duyduğum, hissettiğim mânevî haz pek yüksekti. Başucundaki taşın üzerine kutubluk alâmeti olmak üzere siyah bir sarık sarılmıştı. Bu ziyâretim mânevî bir hava içerisinde geçti.
Edirne'ye daha sonraları birkaç defâ gittim. Son ziyâretim 1922 senesinde oldu. Sezâî Efendinin güzel kokulu türbesini ziyâretle şereflendim. O sıralarda türbeye bakmakla vazifeli olanlar her nasılsa dünyâya düşkün kimseler olduğundan, onların alâkasızlığı ve lâkayd hâlleri sebebiyle türbe bakımsız hâldeydi. İçeriyi örümcek ve tozlar kaplamıştı. Cildleri bozulmuş, sahifeleri eskimiş Kur'ân-ı kerîmler de ortalıkta duruyordu. Bu duruma çok üzüldüm. Hattâ bir kimse içeriye kadar girmiş, sandukanın üzerinde örtülü bulunan değerli kumaşın yarısını keserek, götürüp satmıştı. Bunu öğrenince üzüntüm daha da arttı. Çok mahzûn oldum. Böyle yüksek bir zâtın türbesinin bu derece bakımsızlık içinde bulunması ne kadar acıydı. Mahallî vakıfların bozulması ve dergâha bakanların geçim derdine düşmeleri, türbeye hizmeti aksatmıştı. Hemen türbeyi temizlemek için teşebbüse geçtim. Allahü teâlânın izni ve yardımı ile türbeyi lâyık olduğu hâle getirdik."
Hasan Sezâî Efendi uzak bir yere gittiğinde oğullarına ve talebelerine yahut uzakta bulunan sevdiklerine mektuplar gönderir, onların dînin emir ve nehiylerini yerine getirmekte gayret ve şevklerini artırırdı.
Oğluna yazdığı bir mektuptan bâzı kısımlar:
"Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk'a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder.
Dâimâ affedici ol. Vasiyetlerimi tutarsan dünyâda rahat ve muhterem, âhirette de mükerrem olur ve rızâmı kazanırsın. Dâimâ îtikâdı düzgün, sâlih kimselerle birlikte bulun. Dünyâ fânîdir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak şey, Allahü teâlâ için olan muhabbettir."
Başka bir talebesine yazdığı bir mektuptan:
"Allahü teâlâ mânevî nîmetlerden hisse almanı nasîb eylesin. Sakın ha. Dünyâ îtibârına aldanıp mânevî yükselmeden geri kalmayasın. Sûret ve görünüşe îtibâr etmeyesin. Zîrâ görünüşteki îtibâr, olsa olsa su üzerinde meydana gelen dalgaya benzer. Su üzerindeki dalganın devamlı olması mümkün müdür ve ona bağlanıp kalmak akıl kârı mıdır? Hak teâlâ mânâ âlemimizi ihyâ eylesin. Bize hidâyet versin. Çeşitli yanlışlara düşerek, mâneviyâtımızın harâb olmasından Allahü teâlâya sığınırız."
Hasan Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kâbiliyetine de sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, "Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzî'si" ünvânı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.
Hasan Sezâî Efendinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:
Vücûdum mülkünün sultânı sensin.
Muhakkak cânımın cânânı sensin.
Sezâî vârını mahvetti şimdi,
Hemin mevcûd olan ihsânı sensin.
***
Muhammed, ma'den-i sıdk u safâdır
Muhammed, menba'ı cûd u atâdır (aleyhisselâm).
***
Hasan Sezâî Efendinin eserleri şunlardır:
1) Dîvân: Ekserisi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertib edilmiştir. 2) Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sâhiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir. 3) Niyâz
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti.
İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü.
Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu.
Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi.
Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?”
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti.
İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü.
Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu.
Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi.
Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?”
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti.
İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü.
Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu.
Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi.
Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?”
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti.
İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü.
Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu.
Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi.
Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?”
Peygamber efendimizden “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) ünvanını alan kahraman. Eshâb-ı kiramın ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. İsmi Hâlid, künyesi Ebü’l-Velîd ve Ebû Süleymândır. Nesebi Hâlid bin Velîd bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzûn’dur. Ebû Cehil bin Hişâm ile ve Velîd bin Abd-i Şems ile kardeş çocuklarıdır. Velîd bin Velîd’in kardeşidir. Annesi Lübâbe, Ümmül-mü’minîn Hazreti Meymûne’nin kardeşidir. Hazreti Hâlid bin Velîd’in soyu, Mürre bin Kâ’b’da Peygamber efendimizin soyu ile birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerinden ve kumandanlarındandır. Bütün Arab kabileleri tarafından tanınır ve sevilirdi. 8 (m. 630) senesinde müslüman oldu. 21 (m. 642)’de Humus’ta vefât etti.
Bedir ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd, Bedir’de esîr edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü. Oradan, Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması için teşvik edici mektûblar gönderdi. Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke’ye gidince, Hazreti Hâlid bin Velîd saklandı. Hazreti Peygamberimize görünmedi. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz Ona “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık.” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin bu sözlerini haber alınca İslama meyli arttı. Hazreti Peygamberimizin yanına gitmek için toparlandı. Bunu kendisi şöyle anlatıyor: “Allahü teâlâ bana ihsân etti. Kalbime İslâm’ın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve Şerri ayıracak hale getirdi. Kendi kendime, “Ben Muhammed’e ( aleyhisselâm ) karşı her savaş yerinde bulundum. Ama bulunduğum her savaş yerinden ayrılırken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve Muhammed’in ( aleyhisselâm ) bir gün mutlaka bize galip geleceğini biliyordum. Bunu sezmiş olarak oradan ayrılıyordum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hudeybiye’ye geldiği zaman, ben de düşman süvarilerinin başında bulunuyordum.” Usfan’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bizden emîn bir şekilde, Eshâbına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ânî baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Muhammed ( aleyhisselâm ) kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli olarak kıldılar. Bu durum bana çok tesir etti. “Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor ölmedi” dedim. Birbirimizden ayrıldık. Ben çeşitli düşünceler içinde bulunuyorken Muhammed ( aleyhisselâm ) Umre etmek için Mekke’ye gelince ondan gizlendim. Kardeşim Velîd de Onunla beraber gelip beni bulamayınca, şöyle bir mektûb yazıp bırakmıştı. “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resûlullaha salât ü selâmdan sonra derim ki, hakîkaten ben, senin İslâmiyyetten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak görüş bilmiyorum. Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlıyabilecek haldesin, niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi bir dîni tanıyamamak, anlıyamamak ne kadar tuhaf. Hazreti Peygamberimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyyeti tanıman, gayret ve kahramanlığını Müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanman, Peygamber efendimizin arzusudur. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; ama, daha fazla gecikme!”
Kardeşimin mektûbu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medineye varınca bu rüyamı Hazreti Ebû Bekir’e anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim.
Ben Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) gitmek için toparlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde davetimi red edince evime gittim. Hayvanıma binip Osman bin Talha’nın yanına gittim. Ona da aynı şekilde, müslüman olmak üzere, Hazreti Peygamberimize gideceğimizi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabûl etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda Amr bin Âs ile karşılaştık. O da müslüman olmak için Medine’ye gidiyordu. Hep beraber Medine’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip Resûlullah efendimizle görüşmeğe hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve “Acele et. Çünkü Peygamberimize ( aleyhisselâm ) sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor” dedi. Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzûruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verdim, “Allah’dan başka ilâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum” dedim. “Sana hidâyet eden, doğru yolu gösteren Allah’a hamd olsun.” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü teâlâ’ya duâ etmesini istedim. Benim için duâ etti ve “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar.” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular.
Peygamber efendimiz bana kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvari birliklerinin başına kumandan tayin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyayı Hazreti Ebû Bekir’e anlattım. O da “Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlâ’nın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması hicretin sekizinci yılında oldu. Müslüman olduktan sonra Medine’de yerleşti.
Hazreti Hâlid bin Velîd, müslüman olduktan sonra ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken Peygamber efendimiz “Cihada çıkacak olan şu insanlara Hazreti Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettim. Eğer o şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâhâ geçsin. Eğer o da şehîd olursa, aranızda münâsib gördüğünüz birini seçip ona tâbi olursunuz.” buyurdu. Mû’te harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazreti Zeyd bin Harise, Hazreti Cafer ve Hazreti Abdullah bin Revâhâ şehîd oldular. Sancak Hazreti Sabit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca “Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz.” dedi. “Biz seni kumandan seçtik” dediler. “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazreti Hâlid bin Velîde dönerek, “Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al. Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor” dedi. Böylece Hazreti Hâlid bin Velîd sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu maharetine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı. Hazreti Hâlid bin Velîd, şaşılacak derecede askerî dehâya ve muharebe tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin, düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı. Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifâde edip, hücuma geçtiler. Üçbin kişilik İslâm askeri Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı. Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velîd’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in bu, fevkalâde başarısını haber aldığı zaman onu “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) lakabı ile şereflendirdi.
Hazreti Hâlid bin Velîd, bundan sonra Mekke’nin fethinde bulundu. Ordunun sağ kanadının kumandanı idi. Hissedilir bir mukavemetle karşılaşmadan, ilk önce Hâlid bin Velîd’in ( radıyallahü anh ) kumandanı olduğu birlik, daha sonra Hazreti Zübeyr bin Avvâm, Muhacir süvarilerle Mekke’ye girdi. Nihâyet, Peygamber efendimiz, hicretin sekizinci yılı Ramazan-ı şerîf ayı, on üçüncü Cuma günü Mekke’nin fethini ihsân ettiği için Allahü teâlâ’ya şükranından ve tevâzu’undan dolayı mübârek başını eğmiş bulunuyordu. Yüksek sesle Fetih sûresini okuyarak Mekke-i Mükerreme’ye girdiler. Mekke’nin fethinden bir hafta sonra Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) etrâfa askerî birlikler gönderip, İslama uymayan her şeyi değiştirmelerini, düzeltmelerini emretti. Hazreti Hâlid bin Velîd, otuz süvari ile birlikte Uzzâ putunu yok etmek için gönderildi. Uzzâ, Nahle’de üç sakız ağacı veya büyük dikenli ağaç idi. Bunun yanında Gatafan kabilesinin tapdıkları bir put vardı. Bu put, müşriklerce en büyük put sayılırdı. Hazreti Hâlid bin Velîd gitti ve bu putu yok etti. Uzzâ ağacını da kesip, oranın kapıcısı olan Dâbbe’yi öldürdükten sonra geri döndü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) memnun oldular. Bundan sonra, Hazreti Hâlid bin Velîd, üçyüzelli kişi ile beraber, Benî Cezîme kabilesini İslâm’a davet için gönderildi.
Mekke feth edilince; Evtas, Sakif ve Hevâzîn kabileleri birleşerek Müslümanlara karşı, binlerce kişilik bir ordu meydana getirdiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, bu gazâda süvari birliğinin kumandanı olup en önde çarpışıyordu. Çok büyük kahramanlık gösterdi. Bir ara yaralandı. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yaralandığını işitti. Düşmanlar bozguna uğratıldıktan sonra, Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yerini sordu. Gösterdiler. Peygamber efendimiz geldi, yarasına baktı. Yaranın iyileşmesi için duâ buyurdu. Allahü teâlâ’nın izniyle yara iyileşti.
Huneyn muharebesinde bozguna uğrayan kâfirler Taif kalesine sığınıp, kale kapılarını kapattılar. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’i bin kişilik bir kuvvetle, önden yola çıkardı. Hazreti Hâlid bin Velîd, Taif kalesini muhasara etti. Çarpışmak için er dile
Peygamber efendimizden “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) ünvanını alan kahraman. Eshâb-ı kiramın ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. İsmi Hâlid, künyesi Ebü’l-Velîd ve Ebû Süleymândır. Nesebi Hâlid bin Velîd bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzûn’dur. Ebû Cehil bin Hişâm ile ve Velîd bin Abd-i Şems ile kardeş çocuklarıdır. Velîd bin Velîd’in kardeşidir. Annesi Lübâbe, Ümmül-mü’minîn Hazreti Meymûne’nin kardeşidir. Hazreti Hâlid bin Velîd’in soyu, Mürre bin Kâ’b’da Peygamber efendimizin soyu ile birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerinden ve kumandanlarındandır. Bütün Arab kabileleri tarafından tanınır ve sevilirdi. 8 (m. 630) senesinde müslüman oldu. 21 (m. 642)’de Humus’ta vefât etti.
Bedir ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd, Bedir’de esîr edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü. Oradan, Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması için teşvik edici mektûblar gönderdi. Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke’ye gidince, Hazreti Hâlid bin Velîd saklandı. Hazreti Peygamberimize görünmedi. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz Ona “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık.” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin bu sözlerini haber alınca İslama meyli arttı. Hazreti Peygamberimizin yanına gitmek için toparlandı. Bunu kendisi şöyle anlatıyor: “Allahü teâlâ bana ihsân etti. Kalbime İslâm’ın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve Şerri ayıracak hale getirdi. Kendi kendime, “Ben Muhammed’e ( aleyhisselâm ) karşı her savaş yerinde bulundum. Ama bulunduğum her savaş yerinden ayrılırken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve Muhammed’in ( aleyhisselâm ) bir gün mutlaka bize galip geleceğini biliyordum. Bunu sezmiş olarak oradan ayrılıyordum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hudeybiye’ye geldiği zaman, ben de düşman süvarilerinin başında bulunuyordum.” Usfan’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bizden emîn bir şekilde, Eshâbına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ânî baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Muhammed ( aleyhisselâm ) kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli olarak kıldılar. Bu durum bana çok tesir etti. “Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor ölmedi” dedim. Birbirimizden ayrıldık. Ben çeşitli düşünceler içinde bulunuyorken Muhammed ( aleyhisselâm ) Umre etmek için Mekke’ye gelince ondan gizlendim. Kardeşim Velîd de Onunla beraber gelip beni bulamayınca, şöyle bir mektûb yazıp bırakmıştı. “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resûlullaha salât ü selâmdan sonra derim ki, hakîkaten ben, senin İslâmiyyetten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak görüş bilmiyorum. Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlıyabilecek haldesin, niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi bir dîni tanıyamamak, anlıyamamak ne kadar tuhaf. Hazreti Peygamberimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyyeti tanıman, gayret ve kahramanlığını Müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanman, Peygamber efendimizin arzusudur. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; ama, daha fazla gecikme!”
Kardeşimin mektûbu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medineye varınca bu rüyamı Hazreti Ebû Bekir’e anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim.
Ben Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) gitmek için toparlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde davetimi red edince evime gittim. Hayvanıma binip Osman bin Talha’nın yanına gittim. Ona da aynı şekilde, müslüman olmak üzere, Hazreti Peygamberimize gideceğimizi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabûl etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda Amr bin Âs ile karşılaştık. O da müslüman olmak için Medine’ye gidiyordu. Hep beraber Medine’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip Resûlullah efendimizle görüşmeğe hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve “Acele et. Çünkü Peygamberimize ( aleyhisselâm ) sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor” dedi. Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzûruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verdim, “Allah’dan başka ilâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum” dedim. “Sana hidâyet eden, doğru yolu gösteren Allah’a hamd olsun.” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü teâlâ’ya duâ etmesini istedim. Benim için duâ etti ve “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar.” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular.
Peygamber efendimiz bana kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvari birliklerinin başına kumandan tayin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyayı Hazreti Ebû Bekir’e anlattım. O da “Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlâ’nın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması hicretin sekizinci yılında oldu. Müslüman olduktan sonra Medine’de yerleşti.
Hazreti Hâlid bin Velîd, müslüman olduktan sonra ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken Peygamber efendimiz “Cihada çıkacak olan şu insanlara Hazreti Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettim. Eğer o şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâhâ geçsin. Eğer o da şehîd olursa, aranızda münâsib gördüğünüz birini seçip ona tâbi olursunuz.” buyurdu. Mû’te harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazreti Zeyd bin Harise, Hazreti Cafer ve Hazreti Abdullah bin Revâhâ şehîd oldular. Sancak Hazreti Sabit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca “Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz.” dedi. “Biz seni kumandan seçtik” dediler. “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazreti Hâlid bin Velîde dönerek, “Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al. Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor” dedi. Böylece Hazreti Hâlid bin Velîd sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu maharetine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı. Hazreti Hâlid bin Velîd, şaşılacak derecede askerî dehâya ve muharebe tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin, düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı. Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifâde edip, hücuma geçtiler. Üçbin kişilik İslâm askeri Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı. Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velîd’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in bu, fevkalâde başarısını haber aldığı zaman onu “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) lakabı ile şereflendirdi.
Hazreti Hâlid bin Velîd, bundan sonra Mekke’nin fethinde bulundu. Ordunun sağ kanadının kumandanı idi. Hissedilir bir mukavemetle karşılaşmadan, ilk önce Hâlid bin Velîd’in ( radıyallahü anh ) kumandanı olduğu birlik, daha sonra Hazreti Zübeyr bin Avvâm, Muhacir süvarilerle Mekke’ye girdi. Nihâyet, Peygamber efendimiz, hicretin sekizinci yılı Ramazan-ı şerîf ayı, on üçüncü Cuma günü Mekke’nin fethini ihsân ettiği için Allahü teâlâ’ya şükranından ve tevâzu’undan dolayı mübârek başını eğmiş bulunuyordu. Yüksek sesle Fetih sûresini okuyarak Mekke-i Mükerreme’ye girdiler. Mekke’nin fethinden bir hafta sonra Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) etrâfa askerî birlikler gönderip, İslama uymayan her şeyi değiştirmelerini, düzeltmelerini emretti. Hazreti Hâlid bin Velîd, otuz süvari ile birlikte Uzzâ putunu yok etmek için gönderildi. Uzzâ, Nahle’de üç sakız ağacı veya büyük dikenli ağaç idi. Bunun yanında Gatafan kabilesinin tapdıkları bir put vardı. Bu put, müşriklerce en büyük put sayılırdı. Hazreti Hâlid bin Velîd gitti ve bu putu yok etti. Uzzâ ağacını da kesip, oranın kapıcısı olan Dâbbe’yi öldürdükten sonra geri döndü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) memnun oldular. Bundan sonra, Hazreti Hâlid bin Velîd, üçyüzelli kişi ile beraber, Benî Cezîme kabilesini İslâm’a davet için gönderildi.
Mekke feth edilince; Evtas, Sakif ve Hevâzîn kabileleri birleşerek Müslümanlara karşı, binlerce kişilik bir ordu meydana getirdiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, bu gazâda süvari birliğinin kumandanı olup en önde çarpışıyordu. Çok büyük kahramanlık gösterdi. Bir ara yaralandı. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yaralandığını işitti. Düşmanlar bozguna uğratıldıktan sonra, Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yerini sordu. Gösterdiler. Peygamber efendimiz geldi, yarasına baktı. Yaranın iyileşmesi için duâ buyurdu. Allahü teâlâ’nın izniyle yara iyileşti.
Huneyn muharebesinde bozguna uğrayan kâfirler Taif kalesine sığınıp, kale kapılarını kapattılar. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’i bin kişilik bir kuvvetle, önden yola çıkardı. Hazreti Hâlid bin Velîd, Taif kalesini muhasara etti. Çarpışmak için er dile
İstanbul’u, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi. Nu’mân bin Ahmed bin Mahmûd olup, lakabı Hacı Bayram’dır. 753 (m. 1352)’de, Ankara ilinin Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğdu. Hâmid-i Aksarâyî’den (Somuncu Baba) feyz alarak, zâhirî ve bâtınî ilimlerde üstün derecelere yükseldi. Tasavvufta Bayramî tarikatını (yolunu) kurdu. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın hocası Akşemseddîn hazretlerini yetiştirip, kemâle getirdi. 833 (m. 1449) senesinde Ankara’da vefât etti. Türbesi, Hâcı Bayram Câmii’nin kenarında ziyârete açıktır.
Nu’mân, küçük yaşından i’tibâren ilim tahsiline başladı. Ankara’da ve Bursa’da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hâtun’un yaptırdığı Kara Medrese’de müderrislik yaparak, talebe yetiştirmeğe başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan bir kimse hâline geldi.
Birgün müderris Nu’mân’a, bir kimse gelerek; “İsmim Şücâ-i Karamânî’dir. Hocam Hamîdeddîn-i Velî hazretlerinin size selâmı var. Kayseriye da’vet ediyor. Bu vazîfe ile huzûrunuza gelmiş bulunuyorum” dedi. O da, Hamîdeddîn ismini duyunca; “Baş üstüne, bu da’vete icabet lâzımdır. Hemen gidelim” diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Karamânî ile Kayseri’ye gittiler. Kayseri’de Hamîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz” buyurarak, Nu’mân’a Bayram lakabını verdi. Hamîd-i Velî, Nu’mân ile başbaşa sohbetlere başlıyarak, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; “Hâcı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyâyı ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Hocasının teveccühleri ile zamanının en büyük velîlerinden oldu.
Hacı Bayram-ı Velî, hocası ile hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının 815 (m. 1412) senesinde “Halîfem, vekîlim sensin” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine yüklendi. Aynı sene hocası vefât edince, cenâze işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü.
Ankara’da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Hergün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalblerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.
İsmi Muhammed, lakabı Akşemseddîn olan bir genç, aklî ve naklî ilimlerde yetişip, Osmancık’da müderris olmuştu. Tıb ilmi üzerinde oldukça bilgisi vardı. Talebelerin dersini verdikten sonra, diğer vakitlerinde nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Ayrıca bu konuda kendisini yetiştirecek bir büyük velîyi de araştırıyordu. Ankara’dan gelen ba’zı kimselerden, Hâcı Bayram-ı Velî’nin medhini duyarak medreseyi bıraktı ve Ankara’ya geldi. Hâcı Bayram-ı Velî’yi kendi ölçülerine göre yaptığı incelemelerde yeterli bulmadı. Haleb’de, ismi Zeynüddîn olan bir kimsenin evliyâlıkta yüksek dereceler sahibi olduğunu işitti. Kararını vererek Haleb’e gitti. Zeynüddîn hazretleri ile görüşmeden önce bir gece rü’yâ gördü. Rü’yâsında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram’ın elinde idi. Bu rü’yâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anladı ve hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayram-ı Velî’nin talebeleriyle tarlada ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Talebeler, aralarına yeni bir kimsenin geldiğini görünce, hocalarının mübârek yüzüne baktılar. Onun, o gence hiç iltifât etmediğini, dönüp bakmadığını görünce, onlar da iltifât etmediler. Akşemseddîn, onlarla birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrıldı. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeğe başladı. Yine Akşemseddîn’e hiç iltifât etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddîn yaptığı hatâyı bildiği için, kendi kendine; “Ey nefsim! Sen, Allahü teâlânın büyük bir velî kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burasıdır” diyerek, köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla beraber yemeğe başladı. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddîn’in bu tevâzuuna dayanamayarak; “Ey köse! Kalbimize çabuk girdin, gel yanıma” buyurdu ve ona iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri, işte böyle ağırlarlar” diyerek, onun gördüğü rü’yâyı, kerâmet göstererek anladığını bildirdi. Akşemseddîn, kabûl edildiğine çok sevindi ve hocasının gösterdiği kerâmetler ile ona bağlılığı daha da arttı. Artık hocasından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini hiç kaçırmayarak, kalblere şifâ olan nasihatlerini zevkle dinlemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî’nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten daha ileri gitti. Hattâ yedi günde bir kaşık sirke içerek yaşamaya başladı. Nitekim bu husûsta Hacı Bayram-ı Velî birgün; “Ey Köse! Bu şekilde riyâzet ve mücâhede ile, nefsin isteklerini yapmayıp istemedilerini yaparsan, nûr olursun, vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar” buyurdu. Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddîn’i bu şekilde çalıştırarak, evliyâlık makamlarının yüksek derecelerine çıkardı. Akşemseddîn’e icâzet (diploma) verdiğinde, ba’zıları; “Efendim! Sizden yıllarca okuyan talebelere hilâfet vermediğiniz hâlde, bu yeni gelen Akşemseddîn’i kısa zamanda hilâfet ile şereflendirdiniz?” dediler. Hacı Bayram-ı Velî de; “Bu öyle bir kösedir ki, bizden her ne görüp duydu ise hemen inandı. Gördüklerinin ve işittiklerinin hikmetini de bizzat kendisi anladı. Fakat yanımda yıllardır çalışan talebeler, gördüklerinin ve duyduklarının hikmetini anlıyamayıp bana sorarlar. Ona hilâfet vermemizin sebebi işte budur” diye cevap verdi.
Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara va’z ve nasihat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî’nin va’zlarına koşuyor, ba’zı kerâmetlerini de görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram’ın etrâfında pekçok kimsenin toplandığını gören ba’zı hased ediciler, Pâdişâh İkinci Murâd Hân’a; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde ba’zı sözler ederek, saltanatınıza kasd edermiş. Bir isyan çıkarmasından korkarız!” diyerek iftiralarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kimse vazîfelendirip; “O kimseyi hemen gidip getirin. Emrimize baş kaldırıp isyan ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi. Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermanı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp son sür’atle Ankara’ya doğru yol aldılar. Ankara’ya yaklaştıklarında önlerine; Yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hâcı Bayram isminde biri. Etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp Derse’âdet’e götüreceğiz” dediler. Çavuşların bu sözünü bekliyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hâcı Bayram bu fakirdir” diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermana baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî’ye, aradıkları isyancı bu olamazdı. Veya bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, isyan edecek bir kimseye benzemiyordu. Hâcı Bayram-ı Velî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim. Sultânımıza gidelim. Bu zâtın ma’sûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim” dediler. Fakat Hâcı Bayram; “Evlâtlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermanı başımız üzerinedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bağlayınız ve bir ân önce buradan gidelim” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar, “Sizi yanlış anlamışlar efendim. Size karşı edebsizlik etmeye haya ederiz. Hele zincire vurmak hiç yakışmaz. Madem ki emrediyorsunuz, arabaya buyurunuz gidelim” dediler. Hâcı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birlikte Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hâcı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlara nasihatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale boğazından geçip, Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Hân, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkiya beklerken, karşısında: nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini hiç saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklı idi ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hâcı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini, böyle kıymetli bir âlim ve evliyânın devlete baş kaldırmayacağını daha iyi anladı. Tâ Ankara’dan buraya kadar zahmet çektirip getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de sevindi. Tasavvuftaki ba’zı müşküllerini Hâcı Bayram-ı Velî’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyadesiyle memnun oldu. Onun ilmine hayran kaldı. Onu apar topar yerinden getirttiği için, nasıl gönlünü alacağını bilemiyordu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hâcı Bayram-ı Velî; “Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları alıp, ihtiyâcı olanlara veriniz” diyerek nâzikçe red etti. Pâdişâh ısrar edince de; “Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz” buyurdu. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hâcı Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikramda bulundu. Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleri ile İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezid Hân bu işe girişti. Fakat şimdiye kadar kesin bir netice elde edemediler. Devlet-i âl-i Osman’ın topraklarının ortasında bir Bizans devletinin olmasına hiç gönlüm râz