Imami Azam Ebu Hanife Hazretleri 2. Bolum
Description
Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, ziyâret yeridir.
Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.
Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.
Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasİnİ Şöyle anlattİ: "Küçük yaŞlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât Şöyle diyordu: "Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem iŞittim, buyurdu ki: "KardeŞinin baŞİna gelen bir musîbetten dolayİ sevinme! Allahü teâlânİn ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kİlmasİ mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.
Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.
Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.
Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.
İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:
"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.
İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetişt