#12 diaLOG - Cem Yıldırım ile Tasarım Stüdyosu Sahibi Olmak / Rusya Deneyimi
Update: 2020-04-19
Description
Progressive Architects Tasarım Stüdyosunun kurucu ortağı arkadaşım Mimar Cem Yıldırım ile ofis sahibi olmak, Rusya Mimarlığı ve yabancı mimarlarla çalışmanın getirdikleri üzerine bir diaLOG gerçekleştirdik. Kendi deneyimleri, problemlerini ve tavsiyelerini bizlerle paylaştığı için teşekkürler.
Bölümleri sevdiklerinizle paylaşmayı unutmayın! Paylaşanlar arasından bir kişiye Cem Yıldırım'ın önerdiği bir kitap hediye edilecektir.
Programda bahsi geçen konulara aşağıdaki (uzun ) listeden ulaşabilirsiniz:
1.
Die Neue Gestaltung,
Piet Mondrian, 1925, München
https://digi.ub.uni-heidelberg.de/diglit/mondrian1925/0001/thumbs
Gestaltung Türkçe’ye “tasarım” olarak çevirilir. İngilizce’de “shaping, forming / design” olarak karşılık bulur.
En iyi karşılıklarından biri Fransızca’da “conception”, o da anlam olarak “création de l’esprit” açılımıyla ifade bulur, yani “creation of mind”.
Sayfa 32’de şöyle bir ifade geçer:
“Nach Cezanne hat sich die Malerei Mehr und Mehr von Der äußeren Erscheinung der Natur befreit. Futurismus, Kubismus und Purismus gelanten zu einer anderen Gestaltung. Gleichwohl, so Lange die Gestaltung sich irgendwelcher ‘Form’ bedient, ist es ausgeschlossen, Reine Verhältnismäßigkeiten zu gestalten. Aus desem Grunde hat sich "die neue Gestaltung" von jeder "Form" bildung befreit. So ist die Malerei dazu gekommen, sich durch die reine Farbe, flächenhaft auf der Fläche. Die Malerei wird eine Kunst, gestaltend "auf die Weise der Kunst."
Kabaca çeviri ile:
Cézanne’a göre, resim sanatı kendisini doğanın dış görünüşünden gitgide kurtardı. Fütürizm, Kübizm ve Pürizm yeni bir tasarıma erişti. Bununla birlikte, sanatsal tasarım herhangi bir “biçim” kullandığı sürece, saf bir orantılılık yakalamak mümkün değildir. Bu nedenle “yeni sanatsal tasarım” kendisini herhangi bir oluşum “biçiminden” bağımsız kıldı. Böylece resim sanatı, yüzeyde genişleyen saf renkler ile karakterize oldu. Resim, “sanat yolunda” tasarlanmış bir sanat oldu.
2.
Sanatta güzelin esas konu olması fikrinin yıkılması hakkında Hugo ve Baudelaire’den bahsettik.
Victor Hugo, özellikle ‘Notre Dame dé Paris’ (1831) ile Baudelaire ise ‘Le Spleen de Paris’ (1869) ve ‘Les Fleurs du mal’ (1857) ile Rönesans’tan beri alışılagelmiş olan sanattaki güzellik anlayışını yıkmıştır.
Alberti, Brunolleschi, Donatello gibi Erken Rönesans sanatçılarının biçim ve oranlarda yakaladığı güzellik anlayışı, ve hatta Botticelli’nin Nascita di Venere (Venüs’ün Doğuşu) tablosunda gerçekçiliği kenara iterek ön plana çıkardığı güzellik anlayışı Geç Rönesans döneminden beri sorgulanır ve nihayetinde Romantizm ve Modernizm’in temelleri ile sert biçimde yıkılır.
3.
Mimarlığın teokrasiye, güç ve iktidara hizmet eden sanat dalı olması Antik Çağ’dan beri yapılan bir tanımlamadır (en belirgin olarak Mısır, Yunan ve Roma uygarlıklarından beri). Burada en saf haliyle barınak olarak yapılan konut mimarlık dışında bırakılırken, esasen sipariş edilmiş yapılar olarak nitelendirilir.
Luc Plamondon ‘Notre Dame de Paris’ müzikalinde matbaanın keşfi ile seri baskının yayılması ve yazınsal eserlerin tüm halka ulaşması ile değişen dünya düzenini (Reform dönemi) anlattığı ‘Florance’ parçasında “Et la littérature tuera l'architecture” (And the literature will destroy the architecure) ifadesini bu tanıma atfen yapar. Burada edebiyat özgür düşünceyi, mimarlık ise teokrasi, yani kilise ve iktidarı simgeler.
4.
Stefan Zweig’ın Dickens’ı anlattığı denemede geçen bölümü aynen yazmak isterim:
“… Her İngiliz bir Almanın Alman olmasından daha İngilizdir. İngilizlik insanın zihinsel organizmasının üzerinde bir cila, bir boya değildir, o kana karışır, onun ritmini düzenler, bireydeki en mahrem ve en içsel, en temel olanı canlandırır: Bu da sanatsal olandır. Sanatçı olarak da bir İngiliz, ırkına bir Almandan, bir Fransızdan daha bağlıdır. İngiltere’deki her sanatçı, her gerçek şair bu yüzden içindeki İngilizlikle mücadele etmiştir; ama en hararetli, en güçlü nefterler bile geleneği yere yıkmayı başaramamıştır. Onların kılcal damarlarından geçerek ruhlarının toprağına derin bir şekilde işlemiştir: İngilizliği söküp atmak isteyenin bütün organizmayı yırtması ve yarayı kanatması gerekir. Hür Dünya vatandaşlığına duydukları özlemle dolu birkaç aristokrat buna kalkıştı: Byron, Shelley, Oscar Wilde içlerindeki İngilizliği yok etmek istedi, çünkü İngilizlerin içindeki onulmaz burjuvalıktan nefret ediyorlardı. Ama sadece kendi yaşamlarını mahvettiler, İngiliz geleneği dünyanın en güçlü, en başarılı geleneğidir, ama aynı zamanda sanat için de en tehlikelisidir. En tehlikelisidir, çünkü en sinsisidir: Donmuş bir çöl değildir, gelenleri kovan kötü bir ev sahibi değildir, sıcak ocak ateşi ve yumuşak konforuyla insanları baştan çıkarır, ama onları ahlaki sınırlar içine kapatır, sıkıştırır ve kurallar koyar; hür sanatçı güdüsüyle geçinemez. Küflenmiş havasıyla mütevazı bir barınaktır, hayatın tehlikeli akımlarına karşı korunaklıdır; neşeli, dostane, misafirperver, burjuva memnuniyetinin şöminesinde yanan ateşiyle tam bir “yuva”dır, ama vatanı dünya, en derin arzusu sınırsız topraklar üzerinde göçebe gibi dolaşmak olanlar için de bir hapishanedir. Dickens İngiliz geleneğinin içine rahatça yerleşmiş, onun dört duvarı arasına evini kurmuştu. Vatan topraklarında kendini rahat hissediyordu ve hiçbir zaman, hayatı boyunca İngiltere’nin sanatsal, ahlaki ya da estetik sınırlarını aşmadı. O bir devrimci değildi. Onun içindeki sanatçı ile İngiliz çok iyi anlaştı ve yavaş yavaş onun içinde bütünüyle dağıldı. Dickens’ın ortaya koyduğu şey yüzlerce yıllık İngiliz geleneğinin temelleri üzerinde sağlam ve güvenli şekilde duruyor; kafasını asla bir karış yukarı çıkarmamıştır, ama yapıyı çekici bir mimariyle beklenmedik bir yüksekliğe ulaştırmıştır. Onun sanatı ulusunun bilinçdışı, sanat haline gelmiş istencidir: Eğer onun sanatının yoğunluğunu, eşine az rastlanır niteliklerini ve kaçırılmış imkanlarını sınırlandırırsak, aynı zamanda sürekli İngiltere ile karşı karşıya kalırız. Dickens Napoleon’un kahramanlıklarla dolu yüzyılıyla, zaferlerle dolu geçmişle, geleceğin rüyası olan emperyalizm arasındaki İngiliz geleneğinin en yüksek sanatsal ifadesidir. Dickens bizim için sadece olağandışı bir eser meydana getirmişse ve bu dehasını ortaya koyacak kadar şiddetli değilse, bunun nedeni İngiltere ve onu frenlemiş olan ırk değil, içinde yaşadığı suçsuz çağdır: İngiltere’nin Victoria çağıdır. Bilindiği gibi Shakespeare de bir İngiliz çağının şiirsel ifadesi için en yüksek olanaktır: Ama onunki Elizabeth çağıydı; güçlü, eylem düşkünü, genç, taze duygularla dolu, ilk kez peçesini imperium mondi’ye (dünya imparatorluğuna) uzatan, içinden taşan güçle titreyen, ateşli bir İngiltere sözkonusuydu.”
Stefan Zweig, Üç Büyük Usta: Balzac – Dickens – Dostoyevski
Çeviri: Nafer Ermiş, İş Bankası Kültür Yayınları
Özgün Adı: Drei Meister
5.
Vittorio Gregotti (1927 – 2020)
6.
Carlo Scarpa (1906-1978)
7.
Richard Rogers, The Lloyd’s Building
8.
Norman Foster, ST: Mary Axe
9.
Renzo Piano, The Shard
10.
Konstantin Melnikov’un 1935’te, Rusya’da mimarlık gazetesinde yayınlanan röportajını İngilizce’ye çevirmiştik. İlgili paragrafı paylaşıyorum:
Drawings are not always mandatory and sometimes harmful
"In the course of my work, I personally do not have to use drawings and sketches of all kinds. I not only don't feel the need, but I think it's superfluous and even harmful. Drawing interferes with free maneuvering of thoughts, imposing a graphically realized solution, even if it is rejected by the mind. In particular, I'm hampered by drawings in the initial stage of work on the project. It's a different matter - all sorts of purely technical, and not composite, sketches. Those are useful and necessary in the work of the architect."
11.
Aleksandr Gan tarafından yazılmış olan Konstrüktivizm’de tasarım prensipleri FAKTURA olarak tanımlanır. ‘Form Follows Function’ fikri gibi bir sanatsal objenin biçim ve yüzeyinin, onun nasıl ve ne için yapıldığını dışavurması, belirgin özelliğini sergilemesi gerektiği fikrini savunur.
12.
Önde gelen Konstrüktist mimarlar:
Melnikov, Tatlin, Shukov, Fomin, Chernikov
Rus konstrüktivizmi üstüne araştırmalarımızı yazıya döküyoruz. Yakın zamanda bitmiş olacak. Dönemin mimarları ile yapılarını yakından incelediğimiz keyifli bir çalışmamız mevcut.
13.
Postmodernizm altında Thomas Wolfe ve Albert Camus isimleri geçti. Her ne kadar eserleri modernist yapıda olsa da, Thomas Wolfe’ün Look Homeward, Angel (Türkçe’ye çevirilmiş bir basımı yok) eseri ile Albert Camus’nun L’Étranger (Yabancı) eseri -yapı bakımından olmasa bile- karakter kurgusu ve anlatımı bakımından Postmodern edebiyatın temellerindendir. Ginsberg ya da Paul Auster gibi belirgin (ve gerçekten başarılı) postmodern örnekler yerine geç modernist bu iki örneğe değinmekteki amaç, postmodern bireyin karakteri ve sosyal ilişkileri bakımından önemli temeller kurmuş olmalarına dikkat çekmektir.
14.
Stream of Consciousness, ya da Türkçe “zihin akışı” diyebileceğimiz anlatım biçimi, edebiyat ve müzikte 1800’lerden beri kullanılan, ancak modernizm ve postmodernizmde sıkça başvurulan, karakterin zihninden geçen düşünceleri bir uyum ve bütünlüğe bakmaksız
Bölümleri sevdiklerinizle paylaşmayı unutmayın! Paylaşanlar arasından bir kişiye Cem Yıldırım'ın önerdiği bir kitap hediye edilecektir.
Programda bahsi geçen konulara aşağıdaki (uzun ) listeden ulaşabilirsiniz:
1.
Die Neue Gestaltung,
Piet Mondrian, 1925, München
https://digi.ub.uni-heidelberg.de/diglit/mondrian1925/0001/thumbs
Gestaltung Türkçe’ye “tasarım” olarak çevirilir. İngilizce’de “shaping, forming / design” olarak karşılık bulur.
En iyi karşılıklarından biri Fransızca’da “conception”, o da anlam olarak “création de l’esprit” açılımıyla ifade bulur, yani “creation of mind”.
Sayfa 32’de şöyle bir ifade geçer:
“Nach Cezanne hat sich die Malerei Mehr und Mehr von Der äußeren Erscheinung der Natur befreit. Futurismus, Kubismus und Purismus gelanten zu einer anderen Gestaltung. Gleichwohl, so Lange die Gestaltung sich irgendwelcher ‘Form’ bedient, ist es ausgeschlossen, Reine Verhältnismäßigkeiten zu gestalten. Aus desem Grunde hat sich "die neue Gestaltung" von jeder "Form" bildung befreit. So ist die Malerei dazu gekommen, sich durch die reine Farbe, flächenhaft auf der Fläche. Die Malerei wird eine Kunst, gestaltend "auf die Weise der Kunst."
Kabaca çeviri ile:
Cézanne’a göre, resim sanatı kendisini doğanın dış görünüşünden gitgide kurtardı. Fütürizm, Kübizm ve Pürizm yeni bir tasarıma erişti. Bununla birlikte, sanatsal tasarım herhangi bir “biçim” kullandığı sürece, saf bir orantılılık yakalamak mümkün değildir. Bu nedenle “yeni sanatsal tasarım” kendisini herhangi bir oluşum “biçiminden” bağımsız kıldı. Böylece resim sanatı, yüzeyde genişleyen saf renkler ile karakterize oldu. Resim, “sanat yolunda” tasarlanmış bir sanat oldu.
2.
Sanatta güzelin esas konu olması fikrinin yıkılması hakkında Hugo ve Baudelaire’den bahsettik.
Victor Hugo, özellikle ‘Notre Dame dé Paris’ (1831) ile Baudelaire ise ‘Le Spleen de Paris’ (1869) ve ‘Les Fleurs du mal’ (1857) ile Rönesans’tan beri alışılagelmiş olan sanattaki güzellik anlayışını yıkmıştır.
Alberti, Brunolleschi, Donatello gibi Erken Rönesans sanatçılarının biçim ve oranlarda yakaladığı güzellik anlayışı, ve hatta Botticelli’nin Nascita di Venere (Venüs’ün Doğuşu) tablosunda gerçekçiliği kenara iterek ön plana çıkardığı güzellik anlayışı Geç Rönesans döneminden beri sorgulanır ve nihayetinde Romantizm ve Modernizm’in temelleri ile sert biçimde yıkılır.
3.
Mimarlığın teokrasiye, güç ve iktidara hizmet eden sanat dalı olması Antik Çağ’dan beri yapılan bir tanımlamadır (en belirgin olarak Mısır, Yunan ve Roma uygarlıklarından beri). Burada en saf haliyle barınak olarak yapılan konut mimarlık dışında bırakılırken, esasen sipariş edilmiş yapılar olarak nitelendirilir.
Luc Plamondon ‘Notre Dame de Paris’ müzikalinde matbaanın keşfi ile seri baskının yayılması ve yazınsal eserlerin tüm halka ulaşması ile değişen dünya düzenini (Reform dönemi) anlattığı ‘Florance’ parçasında “Et la littérature tuera l'architecture” (And the literature will destroy the architecure) ifadesini bu tanıma atfen yapar. Burada edebiyat özgür düşünceyi, mimarlık ise teokrasi, yani kilise ve iktidarı simgeler.
4.
Stefan Zweig’ın Dickens’ı anlattığı denemede geçen bölümü aynen yazmak isterim:
“… Her İngiliz bir Almanın Alman olmasından daha İngilizdir. İngilizlik insanın zihinsel organizmasının üzerinde bir cila, bir boya değildir, o kana karışır, onun ritmini düzenler, bireydeki en mahrem ve en içsel, en temel olanı canlandırır: Bu da sanatsal olandır. Sanatçı olarak da bir İngiliz, ırkına bir Almandan, bir Fransızdan daha bağlıdır. İngiltere’deki her sanatçı, her gerçek şair bu yüzden içindeki İngilizlikle mücadele etmiştir; ama en hararetli, en güçlü nefterler bile geleneği yere yıkmayı başaramamıştır. Onların kılcal damarlarından geçerek ruhlarının toprağına derin bir şekilde işlemiştir: İngilizliği söküp atmak isteyenin bütün organizmayı yırtması ve yarayı kanatması gerekir. Hür Dünya vatandaşlığına duydukları özlemle dolu birkaç aristokrat buna kalkıştı: Byron, Shelley, Oscar Wilde içlerindeki İngilizliği yok etmek istedi, çünkü İngilizlerin içindeki onulmaz burjuvalıktan nefret ediyorlardı. Ama sadece kendi yaşamlarını mahvettiler, İngiliz geleneği dünyanın en güçlü, en başarılı geleneğidir, ama aynı zamanda sanat için de en tehlikelisidir. En tehlikelisidir, çünkü en sinsisidir: Donmuş bir çöl değildir, gelenleri kovan kötü bir ev sahibi değildir, sıcak ocak ateşi ve yumuşak konforuyla insanları baştan çıkarır, ama onları ahlaki sınırlar içine kapatır, sıkıştırır ve kurallar koyar; hür sanatçı güdüsüyle geçinemez. Küflenmiş havasıyla mütevazı bir barınaktır, hayatın tehlikeli akımlarına karşı korunaklıdır; neşeli, dostane, misafirperver, burjuva memnuniyetinin şöminesinde yanan ateşiyle tam bir “yuva”dır, ama vatanı dünya, en derin arzusu sınırsız topraklar üzerinde göçebe gibi dolaşmak olanlar için de bir hapishanedir. Dickens İngiliz geleneğinin içine rahatça yerleşmiş, onun dört duvarı arasına evini kurmuştu. Vatan topraklarında kendini rahat hissediyordu ve hiçbir zaman, hayatı boyunca İngiltere’nin sanatsal, ahlaki ya da estetik sınırlarını aşmadı. O bir devrimci değildi. Onun içindeki sanatçı ile İngiliz çok iyi anlaştı ve yavaş yavaş onun içinde bütünüyle dağıldı. Dickens’ın ortaya koyduğu şey yüzlerce yıllık İngiliz geleneğinin temelleri üzerinde sağlam ve güvenli şekilde duruyor; kafasını asla bir karış yukarı çıkarmamıştır, ama yapıyı çekici bir mimariyle beklenmedik bir yüksekliğe ulaştırmıştır. Onun sanatı ulusunun bilinçdışı, sanat haline gelmiş istencidir: Eğer onun sanatının yoğunluğunu, eşine az rastlanır niteliklerini ve kaçırılmış imkanlarını sınırlandırırsak, aynı zamanda sürekli İngiltere ile karşı karşıya kalırız. Dickens Napoleon’un kahramanlıklarla dolu yüzyılıyla, zaferlerle dolu geçmişle, geleceğin rüyası olan emperyalizm arasındaki İngiliz geleneğinin en yüksek sanatsal ifadesidir. Dickens bizim için sadece olağandışı bir eser meydana getirmişse ve bu dehasını ortaya koyacak kadar şiddetli değilse, bunun nedeni İngiltere ve onu frenlemiş olan ırk değil, içinde yaşadığı suçsuz çağdır: İngiltere’nin Victoria çağıdır. Bilindiği gibi Shakespeare de bir İngiliz çağının şiirsel ifadesi için en yüksek olanaktır: Ama onunki Elizabeth çağıydı; güçlü, eylem düşkünü, genç, taze duygularla dolu, ilk kez peçesini imperium mondi’ye (dünya imparatorluğuna) uzatan, içinden taşan güçle titreyen, ateşli bir İngiltere sözkonusuydu.”
Stefan Zweig, Üç Büyük Usta: Balzac – Dickens – Dostoyevski
Çeviri: Nafer Ermiş, İş Bankası Kültür Yayınları
Özgün Adı: Drei Meister
5.
Vittorio Gregotti (1927 – 2020)
6.
Carlo Scarpa (1906-1978)
7.
Richard Rogers, The Lloyd’s Building
8.
Norman Foster, ST: Mary Axe
9.
Renzo Piano, The Shard
10.
Konstantin Melnikov’un 1935’te, Rusya’da mimarlık gazetesinde yayınlanan röportajını İngilizce’ye çevirmiştik. İlgili paragrafı paylaşıyorum:
Drawings are not always mandatory and sometimes harmful
"In the course of my work, I personally do not have to use drawings and sketches of all kinds. I not only don't feel the need, but I think it's superfluous and even harmful. Drawing interferes with free maneuvering of thoughts, imposing a graphically realized solution, even if it is rejected by the mind. In particular, I'm hampered by drawings in the initial stage of work on the project. It's a different matter - all sorts of purely technical, and not composite, sketches. Those are useful and necessary in the work of the architect."
11.
Aleksandr Gan tarafından yazılmış olan Konstrüktivizm’de tasarım prensipleri FAKTURA olarak tanımlanır. ‘Form Follows Function’ fikri gibi bir sanatsal objenin biçim ve yüzeyinin, onun nasıl ve ne için yapıldığını dışavurması, belirgin özelliğini sergilemesi gerektiği fikrini savunur.
12.
Önde gelen Konstrüktist mimarlar:
Melnikov, Tatlin, Shukov, Fomin, Chernikov
Rus konstrüktivizmi üstüne araştırmalarımızı yazıya döküyoruz. Yakın zamanda bitmiş olacak. Dönemin mimarları ile yapılarını yakından incelediğimiz keyifli bir çalışmamız mevcut.
13.
Postmodernizm altında Thomas Wolfe ve Albert Camus isimleri geçti. Her ne kadar eserleri modernist yapıda olsa da, Thomas Wolfe’ün Look Homeward, Angel (Türkçe’ye çevirilmiş bir basımı yok) eseri ile Albert Camus’nun L’Étranger (Yabancı) eseri -yapı bakımından olmasa bile- karakter kurgusu ve anlatımı bakımından Postmodern edebiyatın temellerindendir. Ginsberg ya da Paul Auster gibi belirgin (ve gerçekten başarılı) postmodern örnekler yerine geç modernist bu iki örneğe değinmekteki amaç, postmodern bireyin karakteri ve sosyal ilişkileri bakımından önemli temeller kurmuş olmalarına dikkat çekmektir.
14.
Stream of Consciousness, ya da Türkçe “zihin akışı” diyebileceğimiz anlatım biçimi, edebiyat ve müzikte 1800’lerden beri kullanılan, ancak modernizm ve postmodernizmde sıkça başvurulan, karakterin zihninden geçen düşünceleri bir uyum ve bütünlüğe bakmaksız
Comments
Top Podcasts
The Best New Comedy Podcast Right Now – June 2024The Best News Podcast Right Now – June 2024The Best New Business Podcast Right Now – June 2024The Best New Sports Podcast Right Now – June 2024The Best New True Crime Podcast Right Now – June 2024The Best New Joe Rogan Experience Podcast Right Now – June 20The Best New Dan Bongino Show Podcast Right Now – June 20The Best New Mark Levin Podcast – June 2024
In Channel